ŞEREF DAĞLARINDA BİR GÜL KANIYOR

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ŞEREF DAĞLARINDA BİR GÜL KANIYOR

 

                                       ASLAN KAYA

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

     ŞEREF YAYLASI

 

            Şeref: Ağyar çiçeklerin yer aldığı, seyavetin üst seviyede olduğu, bezirgânların kol gezdiği, güneşin ise an be an gark olduğu ve aynı zamanda mahbüblerin cemallerinin kendini gösterdiği ardların ve dünya yaylarının en güzelidir. Kimi zaman insanlara bir kadeh içerisinde tatlı aşk şerbetini sunarken, kimi zaman da tatlı aşk şerbetine ağyarı katar.

Bilirim ki bazen hiçbir şeye feragat etmezsin. Allı gelinlerin huzurunda arbede etmezsin. Hani bir aile olur ya çocukları önünde kavga etmez sende işte öylesin. O kadar narinsin naziksin ki ne bir insanı incitirsin, ne de murat gibi yürekleri dağlatırsın. Pınarlarında akan sular berrak ve duygu yüklü olur. Toprağın ise tam da üstat Veysel’in bahsettiği sadık yar olan kara topraktır. Ama Şeref’im sen de bilirsin ki tek sadık yar bir tek yüce Allah’tır. Binlerce insan on binlerce sürülerle sana misafir gelir. Sen ise bağrın açar onlara dost olur yaren olur iyilik yanın gösterirsin. Senin sofrana gelen misafirlerin sohbeti nazlı yar olur.

Bazen şeyda bülbüller sana gelir. Senin toprağında umut ağacının sevgi dalına konar, dağlarında kan ağlayan gülüne divanesel acıklı türküler okur. Ve bazen de olur ki şeyda bülbül sana ağıtlar yakar:

 Seyyahı bir bülbül olayım.

 Şeref yaylasına konayım.

 Gülümden ayrı düştüğüm an,

 Şerefin dağlarında donayım.

                           (Aslan KAYA)

 

Gör ki onlar sana yakılmış birçok güzel ağıtlardan yalnızca biridir. Sen o ağıtların mis kokulu suları ile beslenirsin ozanları sarı tellerine düşer dilden dile dolanırsın. Şairler senin divanına gelir sen onlara ilham kaynağı olursun. Ozanlarından birinin şu söyleyişi sana ne kadar önem verdiğini gösterir:

 

Sen soğuk ayazların zemheri yaylası olsan,

Ben seni bağistandaki allı güllerle yeşertirim.

Sen kızıl dağlarda çorak bir toprak paresi olsan,

Ben yağmur olur gözyaşları ile seni yeşertirim.

 

Sen üstündeki mor dağlarından utanırsan,

Ben allı ir dağ gülü olup sana hayat veririm.

Kara toprağın üzerine beyaz gelinliği salarsa,

Ben kardelen çiçeği olup o gelinliği yırtarım.

 

Sen allı bir gelinin matemli yüzünü andırırsan,

Ben dem yaşamış yıllarınla seni ağlatırım.

Sen yükseklerde akar billür sularınla aldanırsan,

Ben bir sahra çölü olur, güneşim ile seni kuruturum.

Şunu unutma ki;

Sen karın altında bir parça kara topraksın.

Ben ise üstünde yaşayan şerefli bir ozan Aslan’ım.

Ne seni senden alır ne de seni sana bırakırım.

 

  Değerini bil yeşillerden yeşil, güzellerden bin güzel, mis kokulu havası, berrak pınarları olan Şeref.

Kimse sana kem küm gözlerle bakmasın Anadolu senin değerini senden iyi bilsin. Senin üzerinde beslenen sürü Allah’a şükür ediyor olmasını öğrensin. Bezirgânlar(Tüccar) senin üzerinde çalım caka atmasın. Ben seni çok sevdim onlarda sevmeyi bilsin.

   

 

 

 

 

 

KARDELEN ÇİÇEĞİME SEVGİLERİMLE

 

KARDELEN ÇİÇEĞİM

Mağrur kalma, altında karın.

Ne olur başın kaldır, kardelen çiçeğim.

Nedir bu sitemin hem ahu zarın,

Ne olur başın kaldır, kardelen çiçeğim.

 

Bak şu sümbüle ve nevruza,

Laleye güle ve de nergise,

Baş kaldırmışlar mağrurca bize,

Ne olur sen de uyan, kardelen çiçeğim.

 

Bülbül gelmiş gülü için ötüyor,

Kanayan yarasına dikenler batıyor.

Soğuktan donmuş, yerden yatıyor.

Ne olur başın kaldır, kardelen çiçeğim.

 

 

Bu gelinlik toprağındır. Değildir senin,

Sararıp solmuş ince ve nazik tenin,

Bugün  çalı ve dikenler almış yerin,

Ne olur başın kaldır, kardelen çiçeğim.

 

 

 

 

 BU KİTABI YAZARKEN ÇOK GÖZYAŞI DÖKTÜM

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ŞEREF DAĞLARINDA BİR GÜL AĞLIYOR ADLI ESERİN YAZILIŞ TARİHİ

 

Şeref dağlarında bir gül kanıyor adlı eserimi Solhan Yeni başak Yatılı İlköğretim Bölge Okulunda okutman olarak görev yaptığım zaman yazdım. Eserimi oluştururken özelikle bizim yöredeki insanların çekmiş olduğu çileleri, sıkıntıları, bazı insanlarımızın yaşadığı sefaletleri göz önünde bulundurarak yazmayı uygun gördüm. Akşamları saat 20.30 da başlardım yazmaya bazen gece 23.00’a kadar yazardım.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

      TAKDİM
      

         Yazarlık ve şairlik hayatımda Yaşar Kemal ve Yunus Emre’nin büyük bir etkisi var. Bu etkilenme öncelikle şiire yansıdı. Ondan sonra yazarlık üzerinde etkili olmaya başladı.
Şiir hayatına henüz küçük yaşlarda iken atıldım. O zamanlar Ercişli Emrahlar, Yunus Emreler, Karacaoğlanları okurdum. Özelikle saz üstatlarından çok etkilenirdim hiçbir zaman onların programlarını kaçırmazdım. Âşık Veysel, Mah suni Şerif gibi değerli saz üstatlarının kasetlerini çok dinlerdim.
        Böylece  hayatım büyük bir canlılık içerisinde akıp giderdi. Bu dönemde kendimi büyük bir aşkla okumaya vermiştim. O dönemde birçok roman okudum. Her zaman ilçe halk kütüphanesine gider kitap alırdım. Kutadgubiligler, İnce memedler, Vadideki Zambakları, hep o yaşlarda okudum. Bunların içerisinde en çok etkilendiğim yazar ve eseri ise hiç tartışılmasız bir şekilde Yaşar Kemal olmuştur. Özelikle İnce Memed romanı üzerimde büyük bir etki yaratmıştır.

       Üstat Yaşar Kemal’in romanlarının üzerimde bu kadar büyük bir etki bırakması, iyiden iyiye beni hikâye yazmaya zorluyordu. Bu zorlama ise bana gayet sevindirici bir haberin öncülüğünü yaptığını gösteriyordu.

   Kendime küçük yaştan beri koyduğum hedeflerime adım adım yaklaşmaktayım. Sizlerin desteği ile bu hedefleri başarmaya çalışacağım.

İleriki zamanlarda yepyeni hikâyelerle ve yepyeni şiirlerle huzurlarınızda olmak dileği ile.

                    Aslan KAYA

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

HAYATI:

 

   Aslan KAYA 1984( asıl doğum1986)yılında Bingöl’ün Solhan ilçesinin Doğu yeli köyünde dünyaya geldi.1992 yılında zorunlu göç sebebi ile Solhan ilçesine göç etmek zorunda kaldılar. Bu sebebiyetle Solhan ilçesinin yeşil ova mahallesine yerleşen KAYA ailesi, çocuklarının okuması için varını yoğunu ortaya koydu. Kaya ilköğrenimini Öğretmen Veli Tuğa İlköğretim Okulunda orta öğrenimini ise Solhan Lisesinde yaptı. Daha sonra üniversite hayatına atılan kaya Erzurum Atatürk Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünde okumaya hak kazandı. Bu üniversitede mezun olmadan  (sevgi bahçesi, göç çığlıkları ve KPSS hazırlık şifre kitabı)adlı eserleri yazdı.

 Okul hayatını birçok başarı ile taçlandıran Kaya Atatürk Üniversitesinde okurken dört yıl içerisinde, âşık olduğu saza meyil gösterip büyük bir çaba harcayarak kısa bir zamanda öğrendi. Bunun meyvesi olarak şimdi birçok beste yapmaktadır. Böylece ozanlık yönünü daha çok ön plana çıkarmaktadır. Yaptığı bestelerden bir kaçı (çaresizim, olur mu böyle, kurban olduğum gülom, ay yüzlü sevdiğim, gözlerinde yaş akar…)

Şimdi ki hedeflerinden biri ise Türk edebiyatına damga vuran Şair ve Yazarlar arasına girmek.

    

 

 

ŞEREF DAĞLARINDA BİR GÜL KANIYOR

 

Alaca karanlığın olduğu bir ovaya gelmiştik kurt izleri ve baykuşların bağırtısının dışında hiçbir şey yoktu bacalar tütmez ocaklar sönüktü. Evlerin çoğu harap insanlar bir olarak bu ellerde göçmüştü. Ağaçlar kurumuş, nehirler donmuştu, kar beyaz gelinliği ile toprağın üstünü örtmüştü. Bizler sessiz sedasız yol alırken bir den bir evde az da olsa ışık belirtisini fark ettik çok üşüdüğümüz için hemen o eve yöneldik büyük bir heyecanla kapıyı çaldık

Bir iki dakika sonra elinde av tüfeğiyle ihtiyar ak saçlı kara gözlü 60 ve 70 yaşlarında tertemiz elbiseli. Elinde kalınca bir kitapla güzelcik bir adam belirdi. Hepimiz önce korktuk sonra adamın yüzündeki gülümseyişi görünce birazcıkta olsa nefes alabildik. Ben hemen söze başladım:

  —Selam un aleyküm amca ‘’

  aleyküm selam ‘’ dedi

‘’Amca biz bu köyün yabancısıyız üç arkadaş ava çıktık bir tavşanın peşinde…’’’kelime mi tam bitirmeden adam

—önce bir içeri geçin ısının bir çay içelim ondan sonra konuşuruz’’ ve hoş geldiniz dedi

Ben de konuşmamı kesip arkadaşlarla birlikte hemen içeri daldık. Eski virane bir evdi ocağın başına geçip biraz da olsa ısındık. Evde başka kimsenin olmadığını fark ettikten sonra bu adamın yalnız başına kaldığını anladık, o an çay suyu da ateşin üzerinde harıl harıl kaynıyordu ihtiyara yardım edip çayı demledik ve köylerde sandalye olmadığı için küçük kürsüler olurdu o kürsülere oturduk. Çayımızı içtik. Derin bir nefes aldıktan sonra o sessiz ortamı bozmak için söze karıştım

       —Amca isminizi lütfeder misiniz’’?

O da ---hacı hasan dedi

‘’Hasan amca benim adım âli, yanımdaki Ahmet ve senin yanında oturanda Mehmet biz üç amca çocuğuyuz. Aynı zamanda üniversite okuyan gençleriz tatil olduğu için ilçemize geldik aramızda kararlaştırıp bugün ava çıkalım dedik ve ava çıktık bu sarp kayaların öte tarafına hiç gelmemiştik oralarda keklik sesleri geliyordu onları avlamak için o dağlara doğru yol aldık

Mehmet:

 —Ali gitmeyelim dediyse de ben hiç takmadım ve birazda maceraperest olduğum için ille de --gidelim dedim. O kekliklerin peşine takıldık aradık aramadık hiçbir yer bırakmadık ama onları bir türlü bulamadık tam dönecekken bir hışırtı duyduk arkamızda, hemen dönüp baktığımızda tavşanın kaçtığını fark ettik o tavşanın peşine düşüp ta buralara kadar geldik ve tavşanı da gözden kaçırdık.

Artık akşam olmuştu kurt ayı korkusuyla en iyisi bu civara yakın bir köyde kalalım dedik onun için en yakın burası olduğu fark ettik ve bu köye geldik.

Allaha şükürler olsun ki sana denk geldik yoksa biz bu akşam dışarıda ya kurda kuşa yem olurduk ya da bu zemheri soğuğunda donardık. Dedim

Hacı amca dedi ki

—evlatlarım ben yazarlık yapıyorum her sene kafa dinlendirmek için buralara gelirim şehir hayatını kaldıramıyorum o bunaltıcı o maskeli hayatta yaşamak büyük bir güç ister. İnsan bütün bilgilerini ilham kaynaklarını o zır zeber hayata kaybediyor sanayileşme ve fabrika atıkları hayatlarımızı yaşanılmaz kıldı. Ben de bir nevi olsun rahatlamak için buralara takılmayı kendime layık gördüm. Şimdi ise bu köyde de kimse kalmamış herkes şehir sevdasına kanıp o güzelim havası olan köyleri boşlatıp göçmüş. Hâlbuki ben köyün tezek kokusunu dünyanın en iyi parfümüne değişmem. Benim soframda rakının yerine ekşi bir ayran olsa bile benim için o bir şerbettir şarap ise zehir, bir köylü insanın o capcanlı doğal hali bir şehirlinin maskeli yüzünden kat be kat iyidir.

Hacı amca içten bir nefes alıp verdikten sonra devam etti.

Dedi ki: evlatlar şehirlerde yıllar boyunca komşu komşuyu tanımaz bir komşu evinde ölürse bile diğerinin haberi ya hiç olmaz ya da ceset kokusunu başka bir koku sanıp rahatsız olurlar.  Onun için emniyete ya da belediye ye başvurup o koku için önlem almasını istedikleri zaman o komşunun ölümünden haberdar olabilirler. Ya evlatlarım hayat dedikleri şey de işte tam budur hayat işte buradan ortaya çıkıyor

Dedi.

Bizim âli hasan amca’ya: amca bizlerde okulu gurbette okuduğumuz için zorluklarını birazda olsa çektik. Hani derler ya cefayı çekmeden sefayı göremezsin işte biz bunu biraz da olsa anladık. Her şey paragöz olmuş artık insanlık yerine çıkar öne çıkmış, kin ve nefret artmış, fesatlık ortalığı tarumar etmiş, pis çığlıklar karga sesleri gibi yoğunluk kazanmış, utanma adına hiçbir şey kalmamış, dünyada güvenilecek insan sayısı çokça azalmış. Hayâ kendini uzak enginlere doğru çekmiş

Güzelcik ihtiyar başını sallayıp bizim elemana olumlu sinyaller veriyordu…

 Sohbetlerimiz biraz uzayıp gittikten sonra, bizim yaşlı güzel yüzlü kara gözlü ihtiyar bey amca

 Kalktı arka odaya geçti arka odanın kapısının gıcırtısı insanın kulaklarını çınlatıyordu ve kapının açılması ile orada gelen soğuklar bir nevi kalıplaşmış buzulları andırıyordu. Neyse ki bizim ihtiyar yazar dede o odadan hemen çıktı biliyorduk o odanın çok soğuk olduğunu onunda orada kalamayacağını. Önümüze birkaç tane kâğıt ve bir kitap getirdi sonra bize dedi ki;’’sizler kötü bir şans eseri olarak buraya geldiğiniz için bari size burada yazılmış olan bir hikâyeyi göstereyim’’  deyip bize önce yırtık bir kâğıt verdi ve o kâğıtta şu yazıyordu

---***------*-**-**-* Ey sevgili senin için emsali olmayan bu yemyeşil ova da cennet misali bir bahçe yapayım al kırmızı mermerlerden ortasına bir köşk dikeyim. Hicran gözyaşlarını akıtıp kanallar yapayım, gülistanlığından şeyda bülbüller şakırdasın o yemyeşil bağlarında bin bir gül açsın al mermerden olan köşkten billur gibi sular şaklasın gül bahçesiyle dört bir yanın süslensin ak sütlerle yemyeşil ovaların sulansın,

Ey sevgili piri fani ihtiyarlardan medet ummayım abı hayat olan Ummanlara dalayım senin için sahra çöllerinde bin bir gün aç susuz kalayım.

 Sen istemedikçe ben Azrail ile boğuşayım. Bin yıl güneş ay görmeyeyim. Kalbimde kanlı hançer izleri dolaşsın. Sana doğru gelen mızraklar senden utansın. Gece karanlığı aydınlatan ay seni gördüğünde senden utansın.

Ben sensiz olamam sende bensiz olmayasın

Sevgilerimle  

      Ben hemen söze karışıp dedim ki:

Hacı amca bunlar neyin nesi, ne güzel yazılmış böyle dedim ondan sonra hacı amca elinde ki kitabı gösterip onun sayfalarını karıştırıp bize dedi ki:’’ sizin geldiğiniz bu dağlarla olan bir hikâyeyi dinlemek ister misiniz?   Biz de ‘’evet’’okumaya başladı bizler ise çaylarımızı içip dinlendiğimiz için ve aynı zamanda o küçük paragraf o kadar güzel gelmişti ki bu kitabın hikâyesini gerçekten merak etmeye başlamıştık.  Sabırsızlıkla okumasını bekliyorduk. Bizim ihtiyar güzel yüzlü adam yavaş yavaş okumaya başladı 

 

 

 

       ı

izi lutfedermisinizin söze karıştım sonra r olurdu sındık uz dedin hemen söze başladım

neldik büyük bir heyecanla kapıyı

 

 

 

Kitap şu sözlerle başlıyordu.

 

  ŞEREF DAĞLARINDA BİR GÜL KANIYOR

 

 Aşk ateşin içerisinde olan bir güle benzer

Dokundun mu yanarsın uzaklaştın mı donarsın. Aşkta sevip kavuşamama en önemli erdemdir. Gül, güzel yüzlü kızların kullandığı sürmelere benzer o sürmeler çekildi mi aşk kendiliğinden yarene doğru yola çıkar. Yaren de bir yolcu misali sevgiliyi bekler

    Sevgili dünyanın ortasında tek başına dolaşan bir bülbül gibidir seven ise yabani bir gülü andırır seyyah olup ardın sıra düşer. Kavuşma anları onlar için şerbet ayrılık zamanı ise bir zakkum zehrini kusturur.

 Sevgi umut bahçesine dikilen bir meyvedir. Meyveleri aşk ve hasretliktir. Yeşermesi için ise aşk şerbeti verilir

       Ay yüzlü kız dudağı dilberdudağı kaşları kalem gibi yüzünde gamzeleri olan saçları yumak yumak dokunmuş olan bakışlarıyla bir değil bin sinemi yakan konuşurken ağzında şeker kırıyor gibi olan yardır.

      Öyle bir yere gelmiştim ki neler göreyim

Bu ne ihtişamlı bu ne görkemli bir yer böyle susuz çöller abaya hasret, yanıyor şeyda bülbüller ötemez olmuş şemsi genç kızları otta çalışır erkekleri ellerinde tırpanlar ihtiyar bir ana sürü peşinde bir o yana bir bu yana koşuşturur durur bulutlar kendilerini sahra çöllerinde sanıp meydanı aylardan beri güneşe bırakmış. Güneş ise var gücüyle ışınlarını insanların üzerine vermeye başlamıştı. Dağlar gölgeye hasret kalmış güneşten bıkmıştı. Yemyeşil ova sahra çöllerine dönmüştü. O ovada ne bir gül kalmıştı nede bir bülbül alacakaranlığa baykuşlar yuva yapmış miskin miskin ötüyorlardı. Topraklar bulutlu havalara hasret kalmış, sürüler mera arar olmuş. Bütün insanları bir telaştır almış.            

             Bizler İnsanların alev alev yandığı bu topraklarda rahvan atlarla meçhul bir güzergâh üzerinde yol almışız. Ne güngörmüşüz ne de mutlu olmuşuz

Üzerimizde vaveylanlar eksik olmamış analarımızın ağıtları yüreklerimizi parçalar

Kulaklarımızda çınlanırdı gözlerine her gün sürme çeken genç kızlar her şeyden habersiz sessizce oturmuş derin derin gözyaşları akıtıyordu kara toprak yine yağmurdan sırayı devralmış bir sis gibi çökmüştü insanlar ise onun bu çöküşüyle korkuya kapılmış heyecanlı bir telaş içerisine girmişlerdi

Bunun neye alamet olduğunu görmek için bir bekleyiş içerisine girmişlerdi

Bu heyecan ve korkuyla ne yapacaklarından habersiz yerlerinde saymaya çalışıyorlardı

           Kimi insan vefasız olurken kimide büyük bir vefa içerisinde kendi etrafında dört dönüyordu

Kartalların feci bakışları insanların aldanmasına yetiyordu keklikler sessiz ve yalnız kalan dağlarda derin derin türküler yakmaya başlamıştı bu türküler insanların bu dünyadan kopuşunu adeta simgeliyordu bu simgeleyiş insanlara ağır bir yük yükleneceğini gösteriyordu

İnsanlığın yüz simgesinde gözyaşı sal izlenimler yerlerini derin ve anlamlı çizgilere bırakmıştı

Bu derin ve anlamlı çizgiler her şeyi ortaya döküyordu.

  İşte çobanın yüzünden de bu derin yaraların izleri dolaşırdı hem de bu gencecik yaşında. Gözleri fal taşı gibi açık dururdu. Kaşları gök kuşağının yaylarını çizmesi gibi o gözleri koruma altına almıştı. Bu alınış o gözlere o yüze o kadar b ir güzellik vermişti ki insan kıyamazdı ona bakmaya. Bu çoban bir sürü peşinde dolaşmaktaydı 17- yaşında olmasına rağmen bu ağır hayatta alışmaktaydı bu zorluklarla karşılaşmak zorundaydı. Çünkü evin yükünü o çekecekti. Hem okul hayatını sürdürüyordu hem de bu işle uğraşmak zorundaydı. Çoban(BAHTİYAR) mutsuzluk çöllerinde açan filizler gibi görünürdü

             

…bahtiyar okulda da çok çalışkan Hemen hemen bütün dersleri en yüksek notlardan oluşan öğrenciydi. Çalışkan efendi ve aynı zamanda güzel yüzlü bir öğrenci olduğu için birçok kız arkadaşının ilgisini çekmekteydi. Yüzünün sağ yanında bir sır gibi saklı olan bir şey vardı sanki yüzüne kalp şeklini çizmişlerdi yüzünde o kalp şekli gizli olarak dururdu. Kimse bilmezken sevdiği kıza söylemişti ve sevdiği kız olan ALEV (orta düzeyde bir ailenin çocuğu, çalışkan olmamasına rağmen çok efendi ve güzelliğiyle ön plana çıkmaktaydı salına salına keklik gibi bir yürüyüşü ve ceylan gibi bakışlarından dolayı daima öğrenciler içerisinden farklı biri olarak ortaya çıkıyordu.)bunu duyunca şok olmuştu. Başta inanamamıştı ve dakikalarca bahtiyarın yüzüne bakmıştı sonra sevincinden yumuşak bir buseyi bahtiyarın yüzünden çizili olan kalp işaretinin üzerine dokunduruverdi. O an sanki bahtiyar için her şey bitmiş gibiydi kendini rüyada görüyordu o kadar mutlu olmuştu ki koşa koşa eve geldi. Evin bahçesinde bir ceviz ağacı vardı ona sarılıp dibine çömeldi ellerini açıp yüce Allaha teşekkür ediyordu o kadar mutluydu ki çamurlu toprağı bile yüzüne sürüyordu. Hata ve hata sevinçten gözyaşlarını tutamıyordu hüngür hüngür ağlıyordu çünkü okulun en güzel kızı onun yanağına bir buse kondurmuştu. Bu onun için gurur verici bir şeydi. Bu onun hayatında ilklerin başlangıcı olacaktı.

          Artık bahtiyarla alevin yakınlaşması devam ediyordu. Alev bahtiyarın yanına soru getiriyor, onlar hem soru çözüyor hem de derunisel bir hayal dünyasına geçiyorlardı bakışlar yavaş yavaş etkileyici özeliklerini gösteriyordu. Gözler birbirlerine yöneldiğinde bütün vücuttan ayrılıyor gibi hareketlenme içerisine girerdi                        birlikte soru çözerken birbirlerine o kadar yakınlaşıyorlardı ki kolları bile birbirlerine değdiğinde aralarında elektriklenme olmasına sebebiyet gösteriyordu. İkisi de bu elektriklemenin farkındaydılar. Günleri böyle geçerken

 Kader hep o ikisini bir araya getiriyordu. Alev bir sabah bahtiyarı görmese dayanamazdı hemen pencere tarafına oturur onun yolunu gözlerdi ha gelecek ha gelecek diye gözleri fal taşına dönmüş kalbi güm güm diye atardı. Bahtiyar bahçeye girince gözleri hemen ceylan gözlü sevdiğini arardı onu pencere de görünce anlıyordu ki oda onu seviyor yüzünde bir gülümseyiş olur ona el salar ve sınıfa girerdi. Dersleri bittikten sonra ikisi bir çayırlıkta buluşurdu bu buluşmuşlar hep öyle devam etmekteydi her gece saat 20.00 da birbirlerine buluşma sözü vermişlerdi. Her akşam saat 20.00 oldu mu hemen evden fırlarlar ve biraz uzaktan birbirlerine baktıktan sonra içeri girerlerdi. Bu hep böyle sürecekti. O zamanlar sadece birbirlerini görmekle yetiniyorlardı.

    Bir tekrar okulda iken bahtiyar Alev'i çağırdı ve biraz konuşalım’’ dedi boş bir sınıfa geçip konuşmaya karar verdiler. Bahtiyar Alev ya 

Alev sana bir şey soracağım sen bana gerçek bir cevap vereceksin olur mu? Dedi

---Alev  ‘’ tamam olur

—Alev senin çıktığın biri var mı?

—Senin soracağın çok önemli soru bumuydu.

—Evet, beğenemedin mi?

—Yo güzel bir soru benim hiç çıktığım biri olmadı

—Peki, çıkmak istediğin biri var mı?

—Ya bahtiyar sen çekiniyor musun ne diyeceksen desene

—Tamam, söylüyorum benim ile bir ömür boyu birlikte olmaya var mısın?

—Sen ciddi misin, yoksa şaka mı yapıyorsun

—hayır, gerçek söylüyorum ve çokta ciddiyim

    Alev hemen sınıftan çıktı ve koşarak gitti. Gözlerinin içi parlıyordu sevincinden neredeyse havalara uçacaktı. Dersler bittikten sonra arkadaşı elif ile defterlerini alıp hızlı hızlı eve doğru gidiyorlardı o sanki havada yürüyordu bir an bunu fark eden elif

  Alev sana neler oluyor bugün hem çok hızlı yürüyorsun hem de kalbin neredeyse yerinden fırlayacak bana anlatır mısın?

Alev ise ‘’bir şey falan yok ben zaten mutluyum öyle.

 Biraz yürüdükten sonra Alev bir an kendinden geçip—elif bizim şu bahtiyar nasıl biri diye sordu.

 Elif anlayıp anlamazlıktan gelerek ‘’Alev niye konu bir anda şu çocuğa geldi ki’’

—hiç öylesine sordum

Ya öylemi bence çok iyi biri herkesin takdir ettiği biri biz daha nasıl eleştirebiliriz ki

Hayır, eleştirmeye gerek yok ben sadece öylesine sordum o kadar 

    Sonra birbirlerine bakıp sessizce yol aldılar artık ayrılma noktasına gelmişlerdi birbirleri ile vedalaştıktan sonra evlerine doğru yol aldılar.

Alev koşa koşa eve geldi hemen kapıyı açıp içeri girdi. Üstünü değiştikten sonra elini yüzünü yıkayıp yemeğe oturdu yemeği yedikten sonra odasına geçip o gün olan sıcak gelişmeleri düşünmeye başladı. Kendi kendine söyleniyordu, biz hep aynı saatte birbirimizi görmeye gittiğimiz halde, o hala da benim onu sevip sevmediğimi anlamıyor’’sonra biraz güldü güldüğünde bütün odaya gülücükler saçıyordu, ağladığı zaman inci taneleri enfes halıların üstüne dökülürdü. Gözlerinde gelen yaşlar tane tane dökülürdü. Nazik nazmenin olurlardı. Bu gözyaşları bile birbirlerini incitmemek için yavaş yavaş yol alırlardı. Yatağa uzandığı zaman uzun saçları yüzünü bir örtü gibi örterdi. O kadar güzel görünürdü ki insan saatlerce bakmaya kıyamazdı odasının ortasında küçük bir gül bahçesi vardı o gül bahçesi bütün duvara yansıtılırdı. Akşamları Alev ise o güller içerisinde bir bağistan da yetişen canlı bir gülü andırırdı.

 Bahtiyar cephesinde ise çok daha farklı gelişmeler yaşanmaktaydı. Bahtiyar Alev'in hızlı hızlı gidişini kendisini sevmemesine bağlamıştı. Onun için tarumar olmuştu yüreği ile bitmez bir savaşımın içerisine girmişti. Aile durumunun iyi olmamasını da bu Alev aşkı ile bağlandırıyordu. Eve gelip erkence yatağa uzanmıştı. Bu hasretlikle yaşanamayacağını düşünüyordu. Artık okula gitmekten bile utanıyordu kara saçlarına sanki tel tel aklar düşmüştü utancında yüzü bin bir renge bürünmüştü. Rengi sararıp solmuştu yanağının sağ yanındaki kalp şekli bir lamba gibi yanıyorcasına belli ettiriyordu. Gözlerinde dökülen utangaçlık yaşları sefil sefil yol alıp gömleğine dökülüyordu, gömleği o kadar ıslanmıştı ki üzerine yağmur yağmışçasına. Yavaş yavaş gözleri kapanmıştı o kadar stres üzerinde yoğunluk kazanmıştı ki artık bu yükü kaldıramayacağını düşünüyordu böyle bir sevda yükünün altında bahtiyar uykuya dalmıştı.

 Yatağı üzerinde bir al gül gibi duruyordu. Boynu bükülmüşçesine.

Sabah olmuş herkes kahvaltısını yapıp cıvıl cıvıl okula doğru yol alıyordu, bahtiyar utangaç ve stresli bir halde okul yoluna düşmüştü. Alev ise bahtiyarın ona yaptığı tekliften dolayı sabah sevinçli sevinçli okula doğru yol almaktaydı. Herkes okula gelmişti bütün sevdalılarda olduğu gibi Alev ile bahtiyarın kaçamaklı gözleri birbirlerini arardı. Bir ara Alev bahtiyar’a baktığında şunu fark etti ki bahtiyar bir şeylerden ya çekiniyor ya da utanıyordur. Bir ders arasında Alev yanındaki elif ile birlikte bahtiyara iki tane soru götürdüler bahtiyar Alev ya soruyu çözerken onlar yavaşça birbirlerinin yanına sokulmuştular. Elif ise o an yeni bir kitap okumakla meşgul oluyordu. Kalem bahtiyarın elinde iken Alev tam o esnada onun elinden tuttu ve sıkıca kavradı bahtiyar o an sevinçten neredeyse ağlayacaktı. O kadar sevinmişti ki yüreğin gümbürtüsüyle adeta baş edemiyordu. Ondan sonra o da bir gözle elife baktıktan sonra yavaşça Alev'in elini tutmaya başladı birbirlerinin ellerine sıkı sıkıya sarılmışlardı. Hiç bırakmak istemiyorcesine, bir an elif Alev ya bir soru sordu, onlar büyük bir telaşla birbirlerinin ellerini bırakı verdiler ama daha sonra tekrar tuttular birbirlerine sevgilerini açıkçasına göstermişlerdi. Artık diller susmuş gözler ve eller konuşuyordu. Birbirlerine bakıp gülmeleri bile onlara her şeyi anlatıyordu. Zil çalmıştı. Çabucak ayrılıp derse gittiler ondan sonra her ders arasında gelip birbirlerini görüyorlardı. Yan yana yürüyüp birbirlerine sadece bir dokunuşları bile onları mutlu ediyordu.

 Akşam okul bittiğinde ikisi birlikte eve doğru giderken birbirlerini hiç bırakmayacaklarına dair yeminler ediyorlardı. Sakatlık olursa körlük olursa ne olursa olsun hiç birbirimizi bırakmak yok diyorlardı ilk defa ikisi birbirlerine’’ seni seviyorum’’u kullanmıştı.  Böylece ayrıldılar yine her akşam olduğu gibi saat 20.00 da birbirlerini görme pahasına pencere kenarlarına geliyorlardı. Bu hep böyle devam edip gitti artık buluşmak istiyorlardı nihayet bir gün kararlaşıp buluşmaya karar verdiler. Bu onların ilk buluşması olacaktı 

 Onların bu ilk buluşmasında kelimeler yerinde kalıp adeta yeryüzünde silinmişti sadece gözler konuşuyordu. Bahtiyar alevin gözlerine bakarken alev ise onun sağ yanağındaki kalp izine bakıyordu sanki ikisinin bu özelikleri birbirlerini tamamlıyordu. Bahtiyar yavaş yavaş alevin elini tutmaya başladı. Birbirlerinin ellerini sıkı sıkıya tuttuktan sonra neredeyse kalpleri yerinde fırlayacaktı. Çok mutluydular birbirlerine bir defa da olsa sarıldılar sarıldıktan sonra bahtiyar methiyeler diziyordu ve yareni olan 

Aleve diyordu ki ;--sen gönlümde uçan bir kuşsun zarif bir bebek kadar güzelsin bazen uçar havalanırsın ve bazen de gelir gönlümde yuva yaparsın… Daha nice nice methiyeler diziyordu alev başını onun dizine koymuş onun yüzüne bakıp susuyordu sadece o an ki kuş sesleri ve bahtiyarın ince ve nazik sesini dinliyordu

 Bir ara Alev bahtiyara dedi ki 0

—bahtiyar sen gerçekten beni çok seviyor musun?

—evet, hem de çok ömür boyunca asla başkasını sevemeyeceğim kadar

—ben de seni dillere sığmayacak kadar seviyorum

— biz söz verdik bundan sonra küsmek yok ayrılmak yok tamam mı?

—hı hı söz

—peki, sen üniversite kazanıp buralarda gitsen ben ne yapacağım o zaman da beni unutmaz mısın?

—hayır, seni hiçbir zaman unutmam ve hiçbir zaman senin yerine başkasını koyamam dedi

Teşekkürler bahtiyar bende hiçbir zaman senin yerine başkasını koymayacağıma tekrar tekrar yemin ediyorum.

                  Artık zaman onlar için hızlı bir su gibi akıp geçiyordu akşam olmuştu hemen hazırlanıp ayrıldılar artık okul sezonu da bitecekti. Yavaş yavaş son günlere doğru geliyorlardı öğretmenler karneleri hemen hemen hazırlamıştı bahtiyar yine takdir alıyor ve okulun önünde başarısından dolayı okul müdürü tarafından takdir ediliyordu. O ise önemli bir takdiri de gözlerinin aradığı alevden bekliyordu ama bir türlü sevdiği o kızı göremiyordu. Ödül de aldıktan sonra arkadaşlarının yanına gelip hemen elif’e sordu

          Alev nerede’’ diye 

Ayten ’-Alev gece ağır hastalandığı için gelemedi. Dedi

 Bahtiyar ise Alev ya bir mektup yazmıştı. Yazdığı mektubu cebinde buruşturuverdi. Biraz boynunu kaşıdıktan sonra elifle konuşmasının doğru olacağını düşündü. Ardından elifin yanına tekrar gidip

—elif seninle biraz konuşabilir miyiz’’dedi

— Tabiî ki buyurun konuşalım bahtiyar

 —burada olmaz özel bir konu farklı bir yerde konuşabilir miyiz?

—okey o zaman bizim sınıfa geçelim orada kimse yok vedalaşırmışız gibi yaparak sen anlatırsın olur mu?

— tamam

Elif ve bahtiyar birlikte biraz yürüdükten sonra elifgillerin sınıfına gelmişlerdi. Bahtiyar elif’E dönüp

  —elif benim sana söyleyeceğim şeyi belki de sen de biliyorsun şayet yeni duyuyorsan bilesin ki çok önemli bir konudur söz vereceksin aramızda sır olarak kalacak.

—hı hı tamam söz neymiş bu kadar önemli konu

 —ben ve Alev çıkıyoruz ona ulaşamıyorum ve ulaşamadığım için çok tedirgin oluyorum. Ondan dolayı ona bir mektup yazdım bunu ona ulaştırmanı bekliyorum.

—tamam, da niye başkası değil ben götürüyorum

—çünkü Alev en iyi arkadaşlarından biri olarak seni görüyor da ondan

—tamam, endişen olmasın ben ona ulaştırırım. Bir de buradan erken çıkalım bizleri de yanlış anlayanlar olur.

—tamam, teşekkürler görüşürüz

 Elif mektubu gizliden cebine koyup Alevlerin evine doğru yol alıyordu. Müsait bir yere geldiğinde mektubu gizlice sol cebinden çıkarıp okumaya başladı çünkü çok merak ediyordu bu edebiyat sevdalısı gencin neler yazacağını.

Mektup şu cümlelerle başlıyordu’’ sevdalıdan sevdasına ‘’

-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-**-*-*-*-*-*-*-*-*-*

‘’Ateş içindeki al güle’’

 ‘’selam ‘’gamze yanaklı kara saçlı, aydan da güzel kız. Selam kara topraktan gelme bin bir sinem yakan körpe kuzu misali olan kız. Senin gözlerin ıssız çöldeki ceylanı andırırken, bakışların ise mahzun bakan bir ahuyu andırır

Yüzüne siyah incili benler dizilmiş, o izler sanki bir Fırat suyu gibi çoğalıp gider

Ağzında bal kırıyor gibi olan tatlı konuşman beni engin ve yemyeşil ovalara götürür. Hayallerimle zır Zeber olurum

Bakışların içimi tarumar eder. Aşkından olmuşum sarhoş

Gülüşün gamzeli yanağını allandırırken,

Dilin bal damlatır servi boylum. Konuşurken ağzında şeker kırıyor gibisin, ağladığın zaman

Gözyaşı yerine inci taneleri dökülür. Saçların yumak yumak bir yana eğilir. Bir bakışınla bir değil bin sinemi yakarsın. Her an her dem aklımdasın biliyor musun? Şunu bil ki bu gönül bu aşktan vazgeçmez. Yıkılsam ahu zar olsam bile, dünya denen şu cihanda yalnız kalsam da

Artık senden vazgeçmem, vazgeçemememde

Bu gönül dizginleri eline almış artık hüküm geçersizdir. Şu aşkın gözü kör olsun çile kapısı kapansın. Ahu figanım yer göğü inletsin seni görmedikten sonra kör olsun gözüm seni sevmedikten sonra yaşam bana haram olsun üzerime kadeh kadeh bölük bölük ölümle gelseler yine de ben senden vazgeçmem. Bu bir aşk adamına yakışmaz. Bu bahtiyar için ölümlerden ölüm demektir. Seni senden izinsiz sevdiğim için kendimden utanıyor ve senden özür diliyorum. Her dem akşamın olmasını isterim senin hayalinle yatayım diye akşamları erkenden yatağıma geçer senin fotoğrafına bakarım hani ikimiz yan yana bir fotoğraf çekmiştik ya işte ben hep onunla yaşıyorum onunla hayal kurar onunla gezerim. Seninle bir ömür boyu aynı yastıkta baş kocatmaya hazır biriyim. Bizde sevda dağlara taşlara sığmaz sevgilide gelen kadehin içerinde baldıran zehri olsa bile biz onu şerbetmiş gibi alır içeriz.

Ben sevdim mi ömür boyu tam severim servi boylu al yazmalım…                            SON

 

Mektubu okuyan elif bahtiyarın böyle güzel bir mektup yazdığına inanamıyordu. Hızlı bir şekilde cebine koyup Alev onlara götürdü. Kimsenin içeride olmadığını gören elif orada oyun oynamakta olan çocuklara Alev'i görüp görmediklerini sordu. Çocuklardan biri

—abla o hastaydı akşam direk hastaneye kaldır almışlar babam da gitti. Sanırım oradan da Elazığ’a götürmüşlerdir. Çünkü durumu çok kötüymüş.

Elif hemen söze karışıp ve biraz da şok olmanın etkisi ile –tamam tamam seni anladım teşekkürler.

Elif mektubu bahtiyara bir kitabın arasında göndermişti ve yanına biraz not eklemişti

Mektup Bahtiyarın eline geçtiğinde bahtiyar onu cevap sanıp hemen açı verdi

 

 

Bu mektubu ona vermeden onun hastalandığını öğrendi. Bilmiyordu ki alev beyin kanaması geçirmişti.

 Alev kız arkadaşlarıyla birlikte murat nehri kenarında pikniğe gitmişlerdi. Doya doya eğlendikten sonra murat nehri kenarında mangal keyfi yapmışlardı. Ondan sonra can oyunu oynamışlardı. Bu oyundan sonra Alev Zehra ve Fatma bir kayalığın yanına gidip birer fotoğraf çekmişlerdi. Birlikte son pozlarını vermişlerdi. Bir an Alev Zehra ya dönüp:

—Zehra baksana hayat ne güzel insan hep ölümden ve ayrılıktan korkmazsa doya doya yaşamak ister değil mi?

—evet, bence de öyle.

— insanın içerisindeki mutluluk belli bir yere kadardır hatta insan çok fazla güldü mü belli bir müddet sonra da ağlar zaten gülmenin zıttı ağlamak değil mi yani gülmenin aşırısı ağlamaktır. İnsanlar genellikle çok fazla sevinemiyorlar

—Okey bence de hayatın ikilemleridir bunlar.

Zehra o an Alev'de şunu fark etmişti: onun üzerinde belli hisler etkili oluyor. O bu hislerin etkisinde kalıyor. Sanki sanki ona bir şeyler olacakmış gibi sinyaller veriyordu.

Zehra hemen Fatma’yı çağırdı ve Fatma dedi ki.

—Fatma ben korkuyorum bu nehirden ne olur kalkın buralardan gidelim. Bak Alev bile çok şüpheli tavırlar sergiliyor. Birimize bir şey olmadan buralardan gidelim.

—tamam, bir saat içerisinde toplanıp gideriz olur mu?

—olur, erken gidelim de

Tekrar dördü bir araya gelip oradan buraya koşuyorlardı. Okulun son günlerinin keyfini çıkarıyorlardı. Eğlenme ve sefa bir arada dans ediyordu gökteki bulutlar yerlerini apaydınlık bir güneşe vermişti. Dağlar beyaz gelinlik yerine sevgi seli olan güller çiçekler ve lalelerle donatılmıştı. Taşlar güneşin karşısında pişmiş tandırdaki ekmeği andırırdı. Ağaçlar insanın bayramlık elbiselerini giymesi gibi yemyeşil fistanlarını üzerlerine geçirmişlerdi. Mis kokular toprakla insanların arasında mekik dokuyordu.

        İşte böyle bir havada gezip eğlenmekteydiler. Artık yorulmuşlardı hava yavaş yavaş yüzünü değiştiriyordu. Artık son hazırlıklarını yapmaktaydılar. Evlerine gideceklerdi dört kız.  Yola düşecekleri sırada Alev kolyesini kaybettiğini fark etti ve onu almadan hiçbir yere gitmeyeceğini söyledi.

Arkadaşları yapma etme gidelim dedilerse hiçbir etki etmedi bu kulaktan girip diğerinden çıkıyordu. Dönüp ardın sıra koşmaya başladı. Bir kayalığın yanına vardı oralarda da bulamayınca. Murat nehrinin kenarına koştu orada bir taşın üzerine oturmuşlardı. Oraya bakmaya gitti. Kolye suyun kenarında birazda suya girmişti. Alev bunu görünce sevinçle bağırdıktan sonra Zehra onların hepsi oraya koşu verdi. O an neler olduysa oldu Alev kolyeyi tutacağı anda yere yığılı verdi kolye parmağının ucunda kalmıştı. Ağzında burnunda hatta ve hatta dişlerinin arasında bile kan akıyordu. Arkadaşlarını büyük bir çığlık aldıktan sonra Fatma hemen yere yığılı verdi. Zehra ise sararmış solmuş ve bilhassa donmuş bir şekilde evi aradı. Durumu güçlükler hıçkırıklar arasında anlatı verdi. Ondan sonra Alev'i yavaşça kaldırıp nehir den biraz uzaklaştırdıktan sonra yere yatırdılar. Üç arkadaş o kadar ağlıyordu ki. Hıçkırıkları Alev'in üzerine dökülüyordu. Alev ise yarı baygın bir halde az da olsa dönüp onlara bakabiliyordu. Onun bu bakışıyla gözlerinden bir iki damla yaş aşağı doğru süzüldü o iki damla gözyaşları ay gibi yüzünden donup kaldı arkadaşlarına bir gülümseyişten sonra tekrar bayıldı

 Halkın arasında büyük bir telaş kopmuştu üç adet minibüs ve bir ambulans murat nehri ne doğru büyük bir hızla yol alıyorlardı. Ambulans yine en önde acı çığlıklar atarak güzergâhı kat ediyordu. Alev'in anne ve babası ise arkadaki arabada hüngür hüngür ağlıyorlardı. Nihayet murat nehrinin kenarına vardılar ambulanstan inip Alev'i hemen ambulansa aldılar. Alev'in annesi ve babası kızlarını yerde yatıyor görünce adeta kendilerinden geçtiler. Boğazlarını yırtarcasına ağıt yaktılar oradaki herkes ağlıyordu. Annesinin –kızım- demesi bütün katı yürekleri ezmeye, yumuşatmaya yetiyordu. Vakit kaybetmeden arabaya aldıktan sonra ambulansın içerisinde Alev’in annesi ve babası da alındı ve onlar ambulansla büyük bir hızla geri döndüler. Diğer kızlar ise zaten şok geçirmişlerdi ağlaya ağlaya arabaya bindiler. Araba da büyük bir hareketlilik vardı. Hiç kimse kimseyle konuşmuyor. Ortalığı sessizlik ve gözyaşları almıştı. Arabalar art arda düşmüş hastaneye doğru yol alıyorlardı. Acı haber tez duyulur misali herkes duymuş halkı büyük bir telaş kapmıştı. Sofular ak saçlı ihtiyarlar yola gelmişlerdi. Sınıf arkadaşları ve öğretmenleri duymuş hepsi şaşırmış kalmış. Kızlar ise hüngür hüngür ağlıyorlardı.

 Alev'i hastaneye getirmişlerdi bu gencecik yaşında onu ağır olarak yoğun bakıma kaldırmışlardı.  Demek ki Bu hayat ona ağır gelmiş, onu soldurmuş, bu âlemde bıktırmıştı. Kader ağını ölüm yolu üzerine koymuştu. Bu yolda geçecek yolcu olarak ta onu seçmişti

          O gün herkes acı haberi almış bir tek bahtiyarın haberi olmamıştı. Arkadaşları bunu ondan saklıyorlardı Ayten bile bahtiyara Alev'in hasta olduğunu söylüyordu.

<Ayten bile bunu ondan saklıyordu. Bahtiyar alevlere gidip onun için geçmiş olsun dileklerini sunacakken yolda karşılaştığı arkadaşı Ferit evde hiç kimsenin olmadığını söyledi. Evden hiç kimsenin olmadığını ve halkta büyük bir telaş olduğunun fark edilmesiyle birlikte telaşı büsbütün artmıştı. Orada dolaşan küçük bir kıza sordu; --alev e ne oldu’’

Çocuk—alev abla dün gezmeye giderken murat nehri kenarında bir taşa çarpmış yere düşmüş kafasında ağzında burnunda kan akıyormuş onu götürmüşler hastaneye dedi

Bahtiyar artık işin ciddiyetini anlamıştı. Dönüp eve gelince ceviz ağacının yanına gidip hüngür hüngür ağlıyordu gözlerinde yağmur misali gözyaşları akıyordu. Kaderine isyan edercesine  –kurban olduğum Allah bu bizim mi kaderimizde var- diyordu. Yutkunamıyordu nefes alıp verişi bile ona ağır geliyordu. Halk şüphelenmesin diye yalnız başına bir yere gelmişti. Orada yalnız bir kurt misali tek başına ağlıyordu. Kürtçe bir ağıt yakıyordu.’’kani söza te daye mi kani’’diye söylenip duruyordu

            Günler böyle soluk bir biçimde geçiyordu. Her gün karamsarlık her gün ağlamaklı türküler çınlanır alevden iyileşme haberleri beklenirdi.  Bir türlü nazlı yardan o haber gelmiyordu

          Yaz ayında her gün sevgiliden iyileşme haberleri bekliyordu ki bir ara iyi oldu söylense de sonrada hastaneye gidip Alev'i gören Ahmet tarafından alevin bitkisel hayata alındığı söylendi

Bunu ilk duyan elif yere yığılı verdi arkadaşları koşup kolonya getirdiler.  Ona yardımcı olmaya çalışıyorlardı. Ama böyle dört dörtlük kimse onunla ilgilenemiyordu çünkü herkes bir endişe ve acı içerisinde gemilerini yüzdürüyordu. Neredeyse bu yolda herkesin gemisi batacaktı. Bahtiyar da bu acı haberi öğrenmiş hemen arkadaşlarının yanına gelmiş önce doğruluğunu öğrenmek istiyordu yahut ta inanmak istemiyordu. Koşar adımlarla Ahmet'i buldu Ahmet' ten bilginin doğruluğunu öğrendikten sonra adeta beyninden vurulmuşa dönmüştü. Sersem bir şekilde oradan buraya koşuşturan bahtiyarı

 

Arkadaşları sakinleştirmek için oradan uzaklaştırdılar. Eve doğru götürdüler. Artık akşam olmuştu herkes bir araya toplanmıştı

Alev'in öleceği haberlerini artık yüzde yüz bekliyorlardı. Doktorlar umut yok diyorlardı   

Alevin ölüm haberi tez bir şekilde duyuluyordu. Ölüm çığlıkları bir bir yükselmeye başlamıştı onun arkadaşları bir eve toplanmışlardı. Kara kara düşünüyorlardı hepsi ağlıyordu. Hiç kimse kimse ile konuşmuyordu. Bahtiyarın rengi sararıp solmuş güz ayında rüzgârlara maskara olan sarmış sararmış yaprağı andırırdı. Hiç kimseyle konuşmaz öylece donakalmıştı. Gözlerinde inci gibi yaşlar süzülüyordu herkesten çok bağırmak istiyor ama bir türlü zır zeber olan gönlüne söz geçiremiyor sessiz sessiz ağlamaya devam ediyordu. O sadece yutkunmayla sürdürüyordu gözyaşlarını. Dışı sönmüş bir volkanik dağı andırırken içi yanmış yakılmış ve aynı zamanda patlamak üzere olan içi alevlerle dolu olan bir yanardağı andırıyordu. Hiçbir şeye inanmıyordu. Yahut ta inanmak istemiyordu. Sanki bir rüya görüyor gibiydi, artık uyanmak istiyordu bu rüyadan uyanmak ve bir daha böyle bir rüya görmemek için Allaha dualar edecekti.

    Ortalığı sessiz çığlıklar almıştı herkes birbirinin gözüne bakıyor ve damla damla gözyaşı akıtmaya başlıyordu. Kadın ağıtları yeri göğü inletiyordu feryatlar kuşların kaçışına bile sebebiyet gösteriyordu. Çocuklara bu sessizlik ve çığlıklarda hiçbir şey anlamıyor ama korkusunu yaşıyorlardı erkekler camiye koşup taziye yerini hazırlıyorlardı. İmamı da çağırdılar artık sala okumasını istiyorlardı. Kimi gençlerde mezarı kazmaya gitmişlerdi. Cenazenin yola düştüğü söylentileri bir bir artıyordu. Kadın erkek herkes yola gelmiş yeşil gözlü sarışın güzeller güzeli aydan da güzel alevin cenazesini bekliyorlardı

Gökyüzünde birer birer kuş süzülüşü görülmeye başlamıştı analar bacılar ağıtlarını yükseltmeye başlamışlardı. Sınıf arkadaşlar yaslar içinde onun fotoğraflarını göğüslerine yapıştırmış üzerine inci gibi gözyaşları akıtıyorlardı araba kiralayıp karşılamaya gidiyorlardı. Sanki bir göç destanı andırırcasına arabalar atlar gibi başını arka arkaya vermiş cenazeye doğru yol alıyorlardı. Ak saçlı ihtiyarlar cenazeyi karşılamak için bir bir abralara atlıyorlardı. Bahtiyar süzüle süzüle ön arabada yerini almıştı. Herkesin elinde ıslak mendiller güzeller güzeli o dilberler dilberi sarışın yeşil gözlü alevin gelmesini bekliyorlardı bulutlar sanki onlarla birlikte yol alıyordu, badı saba sanki utanırcasına yavaş yavaş onların saçlarına dokunup gidiyordu bir buse kondurur gibi. Bulutlar artık hicran gözyaşlarını akıtmaya başlamıştı güneş var gücüyle bulutların arkasına saklanıyordu. Bulutlar ise ona nazaran kendilerini açığa çıkarmış cenaze abrasıyla hareket ediyorlardı bu hareketlilik büyük sessizlik içerisinde devam etmekteydi yeşil gözlü sarışın güzeller güzeli kızın ölüm çığlıkları bir bir yankılanıyordu sınıf arkadaşlarının içerisinde olduğu araba en önde hızlı bir şekilde hareket etmekteydi. Sanki alevin yanına koşarcasına hareket ediyorlardı. Nice tozlu topraklı sarp kayaların olduğu yerlerde bir hızla geçiyorlardı arabaların arka arkaya dizilişi başka diyarlara doğru göç eden kuşları andırırdı. Matemler ve ağıtlar birbirine karışmış, muhayyer bir durum ortaya çıkmıştı. Sanki bir bulut diğer bulutlardan ayrılmış ayrılık gözyaşlarını farklı bir toprağın üzerine akıtırcasına. Okulun tuttuğu araba büyük bir hızla hareket halinde olup, Cenaze arabasına yetişmek üzereydiler. Uzun ince yollardan geçip sarp kayaların olduğu bir yerde cenaze arabasıyla karşılaştılar

      O an bahtiyar için hayat durmuştu. Sessizce gözyaşları süzülüyordu bu gözyaşları sanki yüzünde yeni bir kanal açmış hızlı hızlı yol almakta olan bir akarsuyu andırırdı. Kızlar yüksek sesle ağlıyor ve ağıt yakıyorken erkekler ağlamaz deseler de sessizce ağlıyorlardı içlerinde vaveylanlar kopuyordu, sanki şimşekler çakarcasına. Arabalar beklemiyordu öğrenciler arabalarında inip göç etmekte olan kız arkadaşlarını selamlıyorlardı.

Cenaze arabasının önünde alevin annesi ve babası bulunmaktaydı. Arkasındaki arabada okul müdürü ve öğretmenleri yer almaktaydı. Bahtiyarında içerisinde yer aldığı araba süzüle süzüle öğretmenlerinin olduğu arabanın arkasına geçtiler. O an alevin sınıf arkadaşlarından olan Ferit arkasına dönüp baktığında elif in gözlerinde morartıların olduğunu gördü ve şunu anlamaya çalışıyordu. Alevin en yakın kız arkadaşı olan elif acaba şimdi ne hallerdeydi veya onun psikolojik durumu şimdilik nasıl bir duyguydu. Kendi kendine söyleniyordu.’’benim de en yakın arkadaşım ölürse benim ağlamam ile başkasının ağlaması bir olur mu’’sonra yavaşça elife dönüp’’elif içimizde en çok üzülenlerden birisin biliyorum ne olur kendini fazla yıpratma ölenle ölünmez ki. Ancak arkasında dua edebiliriz: yapabileceğimiz bir şey yok Allah büyüktür her şeyi o bilir canı verende o canı alanda odur Hz Süleyman

300 yıl kalıp kurda kuşa hükmetti oda ölüm görmedi. Dünyanın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı canlar canı Resulullah da vefat etmedi mi? bir gün sen de ölürsün bir gün gelecek ben de ölürüm baki olan yalnız Allah tır------diyordu. Söyledikleri sadece laftan ibaret kalıyordu. Çünkü elif o kadar ağlıyordu ki söylenenler bir kulaktan girip diğerinden çıkıyordu. Artık kimse kimsenin yüzüne bakmıyordu herkesin hayalinde alev vardı onunla yaptıkları sohbetler, onunla gezdikleri yerler, sınıfta ki konuşmaları, gülüşü ağlayışı her şey akılarından gidip geliyordu.

Neyse bunlar nice bir zaman sonra taziyenin olduğu mahalleye yani alevlerin evinin olduğu yere vardılar cenaze arabasının görünmesiyle kadın ağıtları yükselmeye başladı feryat ve figanlar kopuyordu ağıtlar ardın sıra yeri göğü inletiyordu. O an bir sis çökmüştü ovanın başına keklikler sarp kayalara çıkmış hazin hazin ötüyordu. Kuşlar ardın sıraya girip uzun yol almaya başlamışlardı. Anaları ağlayan çocuklar hıçkıra hıçkıra her şeyden habersiz ağlıyorlardı. Ak saçlı ihtiyarlar bile o gün hicran gözyaşları akıtıyorlardı. Yağmur ıslak ıslak gözyaşı akıtıyordu. Dem devran sanki değişmişti. Herkes arabalardan inip cenazeyi getirdiler camide yıkadıktan yakın akrabaları bir bir gelip son bir defa gördüler o dünyalar güzeli kızın yüzü sarmış sararmıştı ameliyatlardan dolayı kafası paramparçaydı. Yüzünde halada gülücük damarları kendini gösteriyordu. Gözleri kapalı sanki uyuyan güzeli andırıyordu. Annesi o an dayanamayıp bayıldı ihtiyar hasta olan dedesi gelip göremedi çünkü oraya kadar gelemiyordu daha sonra cenaze namazını kıldıktan sonra toprağa gömmek için götürüyorlardı. Alev bu mahallede son dakikalarını geçirmekteydi. Yavaş yavaş mahalleden kopuyordu. Ardın sıra nice gözyaşlı insanları bırakarak gidiyordu. Annesi: bağırıyordu ‘ne olur kızımı götürmeyin son bir defa olsun göreyim’’ diyordu. Ama nafile giden artık dönemez oda biliyordu ama ana yüreği dayanamıyordu. Yola çıkan

  Alevin babası ise bir köşeye büzüşmüş, yıkılmış tarumar bir haldeydi. Anasının ‘’alev yavrum’’diye bağrışları ortalığı zır zeber ediyordu feryat ve figanların yükselmesine öncülük ediyordu. Kardeşleri her gün kendileriyle kalkan kahvaltısını yapan, birlikte nice oyunlar oynadıkları, canlarından bile çok sevdikleri ablalarının gidişi ile tuz buz olmuşlardı. Adeta saç baş yolduruyorlardı. Her sabah erken kalkıp annesiyle kahvaltı hazırlayan tandır başına gidip hamur yoğuran, akşamları kardeşlerinin üstünü örten onlarla nice oyunlar oynayan, saçlarını yumak yumak annesine taratan, bir gülüşü ile bin can yakan kız bugün göçmüştü.

  Bugün onlar için yasların en büyüğü idi. Gözler hep birbirlerine bakar birbirlerinden bir şeyler arardı. Sözler dere kenarındaki çakıl tanesi gibi kenara çekilmiş fısıltıya bile yer vermiyordu. Evde sessizlik hâkimdi. Hiç kimseden çıt çıkmıyordu. Herkes bir köşede ağlıyordu. Sanki evlerinde hiç kimse kalmamıştı. Babası(Ahmet amca) daima bir gözüyle kapıya bakmaktaydı. Sanki alev ölmemiş de okula gitmiş ve artık akşam vakti olduğu için okuldan gelecek diye her an her dem kapıda yolunu gözlemekteydi. Bu dalgınlığı dakikalarca sürüyordu. Ve bu dalgınlık geçerken yine de ağlıyordu. O öyle bir andı ki kimse yemek yemiyor ve birbiri ile konuşmuyordu. Herkes sus pus olmuştu.

             Millet bölük bölük evlerine geliyordu. Kiminin elinde bir torba şeker kiminin elinde ise bir poşet çay ve benzeri şeyler vardı yani eli boş gelen olmuyordu. Taziye için ağıt yakarak gelenler de vardı. Annesinin feryatları kuzusu için dağları delecek seviyedeydi. Boğazı patlatılırcasına ‘’alevim’’ diye bağırıyordu. Onun bu bağrışıyla dağ gibi olan 80 nine dayanmış ak saçlı ihtiyarların bile gözleri doluyor utançlarında kendilerini bir kenara çekiyorlardı

Kardeşleri annelerinin ve babalarının kucağında sımsıkı sarılmış bir şekilde feryadı figan ediyorlardı. Ölüm döşeğinde olan ihtiyar dedesi de sürüne sürüne dışarı gelmiş bir köşede gözyaşı akıtıyordu.

   Tabut götürüldüğünde tabutla birlikte akrabaları komşuları ve çevre halkı birlikte hareket ediyordu. O gün dayanışma yardımlaşma ve birlik beraberlik olma günüydü. O gün darda kalanlara yardım elini uzatma günüydü. Onun içindir ki herkes birdi beraberdi.

O an feryadı figanlar zemheri yaylalarında bir çığ gibi büyüyordu. Ağıtlar türküler eşliğinde söyleniyor, gözlerinde yaş akmayan hiç kimse kalmıyordu. Her gün gülü için ağıt yakan şeyda bülbüller bugün susmuş, cıvıl cıvıl öten kuşların sesi soluğu kesilmişti. Bahar ayında tomurcuk tomurcuk açan çiçekler birden yüzün güneşten çevirip ak güller siyah güllere dönüşmüştü.

 Mezaristana uğradıklarında hazır olan bir kabir göze çarpıyordu, orta boyda olan biri için hazırlanmış karanlık küçük ve dar bir oda görülmekteydi. İnce uzun olan iki tanede dikili taş orada durmaktaydı. Yönü kıbleye dönük olan bu karanlık odada Alev kalacaktı. Kim bilir Allah çoğu mümin kulu için bu karanlık bu daracık odayı geniş bir oda ve apaydınlık bir yere çeviriyordur. Alev için de olabileceği gibi.

Alev'in yeni odasının komşularından biri babaannesi, diğeri de bilinmiyordu. Sadece üzerinde şu yazılar vardı.’’meçhul adam’’bu adam kimse tahminen burada ölmüş buraya gömülmüştü. Bir savaşta olabileceği gibi işte Alev bunlarla komşu olacaktı tekrar babaannesiyle buluşacak ve hasretlik giderecekti.

Tabutu ağır ağır yere doğru bırakı verdiler. Üstüne toprak atacakları vakit babasının gözyaşlarından damlalar bir yağmur misali Alev'in toprağına dökülüyordu. O an şunu anlamıştım kim demiş babalar ağlamaz vallaha öyle bir ağlarlar ki yürekler dayanmaz. İşte Alev'in babası da olduğu gibi, Onun bir Fırat misali akan gözyaşlarını gören insanlar kendi gözyaşlarına hâkim olamıyorlardı. Hele birde Alev'in sınıf arkadaşları vardı ki onlar bir birlerinin ellerini tutmuş mezarın üstüne karanfiller bırakarak hicran gözyaşları akıtıyorlardı ki insan bu acılı demi hayatta görmek istemezler sanırım. Dem acıların demi olmuştu. Sevgi de umutta hiçbir eser kalmamıştı.

Toprak bizler de gencecik güzeller güzeli bir kızın daha canını alacaktı ve aldı da üstat Veysellin dediği gibi benim sadık yârim kara toprak tır olmayacaktı. Şimdi bir gerçek ortaya çıkıyordu ki tek sadık yar var oda Allah'tır

Ondan dolayı üstada karşı bir cevap yazmanın gerektiğini düşündüm Alev'in bu ölüm anında

 

       

 

          ÜSTAD ÂŞIK VEYSEL’E CEVABIM

 

            KARA TOPRAK

Dost dost diye nicesine sarılırsın

Ama Sadık yârin kara toprak olamaz

Beyhude dolanıp boşa yorulursun

Yine sadık yârin kara toprak olamaz

 

Herkes nice güzele bağlanıp kalır

Kimi bedduasın alır kimi faydalanır

Ancak bazı istekler topraktan alınır

Yine sadık yârin kara toprak olamaz

 

Koyun veren kuzu veren sütü veren Allah’tır

Ondan gayrisi yalandır, vallaha da tallahtır

Kazma ile dövmekte nasip billâhtır

Ondan sadık yârin kara toprak olamaz

 

Âdemden bu deme nesli Allah gönderdi

Bizlere türlü türlü meyveyi o verdi

Her gün bizleri gölgesinde tutturdu

Ondan sadık yârin kara toprak olamaz

 

Karnın yararsın kazma ile bel ile

Yüzün yırtarsın tırnak ile el ile

Ama karşılamaz seni her an gül ile

Ondan sadık yârin kara toprak olamaz

 

        İşkence yaptıkça o hiç bize gülmedi

Bundan yalanım yok herkes de gördü

Bir çekirdek yüzünden çokça can aldı

Ondan sadık yârin kara toprak olamaz

 

 

Havaya bakan zaten havayı alır

Toprağa bakan insan da dua alır

Toprakta ayrılınca insan boşta kalır

 Ondan sadık yârin kara toprak olamaz

 

 

Dileğimiz var ise isteriz Allahtan

Almak için uzak gitmeyiz ondan

Cömertlik topraktan çok insandan

Ondan sadık yârin kara toprak olamaz

 

 

Hakikat için varsa açık bir nokta

O da her şeyin en güzel yolu yine Allahtan

Hakkın hazinesi gizli olmaz toprakta

Ondan sadık yârin kara toprak olamaz

 

Bütün kusurları Allah gizliyor

Merhem verip yaralarımızı düzlüyor

Resulüyle kolun açıp bizleri o bekliyor

Ondan sadık yârin kara toprak olamaz

 

 

Her kim okursa bu sırrı mazhar

Bilsin ki Veysel bırakmış ölmez bir eser

Gün gelir kaya aslan üstadını bağrına basar

Benim bir tek sadık yârim yüce Allah’tır

 

 

Bundan sonra şunu anlamıştım toprak bile insana sadık yarlığı yapmıyor yere düşersin acı verir bazen en sevdiklerini hiç acımazsızca yanına alır bazen ekin ekersin kıt verir. Ama sadık yar olan Allah canı verende odur canı alanda o.bundan gayrı bizim konuşma hakkımız yok. Biz sadece rolümüzü oynar Allahın sevdiği bir kul olarak ölmek isteriz nasip ise Allah’tandır

          Şerefin derinliklerinden yankılanan bu acılı ızdırablı dikenler üstünde olan hayat daha birçok ananın ağlamasına sebebiyet gösterecekti.

   Şeref yaylası hep hicran gözyaşlarıyla beslenecek ve bu yayla böylece yeşil kalacaktı

Daha nice bahtiyarlar bu yaylalarda çileli hayat yaşayacak, kimi zorlukların altında kalka bilriken kimileride bir depremde yok olurcasına kaybolup gidecekti.

       Bahtiyar daha 12 yaşında iken babasını kanserden kaybetmişti. Babasının ayağına çivi batmış ve doktora görünmediği için birkaç yıl sonra kanser olmasına sebep olmuştu. Bahtiyar hariç diğer çocukları babalarının öldüğünü bilmiyorlardı. Hasret daha 7 yaşında Ayşe ise 8 yaşında idi bunlar her şeyden habersiz iken babaları ölmüştü

             .Bahtiyar lisede okuyordu hem çok çalışkan hem de çok fakirdi

Kimse onun halinden anlamıyordu çünkü yatlı okulların kaderinde hep bu var birbirlerinin dertlerinden habersiz olurlardı yaz tatillerinden herkes evine giderken Bahtiyar para kazanıp geçimini sağlamak için çalışmaya giderdi kan ter içinde kalırdı tap taze bir çocuktu saf bir hali vardı ay onu gördüğünde ona gülerdi. Bulutlar Bahtiyar’ı gördüğünde hep ağlarlardı acı gözyaşlarını toprağa akıtırlardı. Sanki sanki her şeyden haberdardılar sanki olacakları önceden seziyorlardı. Çiçekler kendi kokularını Bahtiyar’a his ettirebilmek için birbirleri ile yarışıyordu. Toprak yüz safhasını açmış üstat Veysel’in dediği gibi sadık yar olarak bekliyordu. İşte Bahtiyar bu Bahtiyar’dı kardeşleri henüz kendilerine bakamıyorlardı

 

1,sınıfta olan kardeşi hasret daha yemek çanağını kaldıramıyordu. Yemek çanağını bir kenara bırakalım bu küçük bu tomurcuk bu güzelcik kızı dövenler oluyordu Bahtiyar’dan büyükleri bu kardeşini döverken Bahtiyar ses edemiyor hüngür hüngür ağlıyordu kardeşi hastalandığında sabaha kadar yatmazdı hep başında beklerdi onlara hem analık hem de babalık yapardı. Bazen de isyan ederdi ah be babam… Ah… Ah… Derdi isyan bardağını kaldırırcasına konuşurdu. İçin için gözyaşı akıtırdı ve bazen de hayata öyle sevinçle bakardı ki sanki Alacakaranlığa ay doğar gibi mağrurdu dingindi sessiz ve çokta sakindi

 Amaa ama şimdi başı büyük bir dertte idi ne yapacağını bilemiyordu çaresizdi aklına eski bir anı gelmişti:

          Bir gün bir çimenlikte otururken iki kardeşi ile yanlarına 2–3 genç geldi Bahtiyar’a sataştılar o konuşamamıştı ama kardeşlerinin yanında bunları yapmaları ve ona sataşmaları onun gururunu kırmıştı. Çok incinmişti. Bedbahttı. Umutsuzdu. Nefes akıp vermekte zorlanıyordu yutkunamıyordu. Çünkü çünkü onunla alay ediyorlardı. Fakirlikle alay ediyorlardı bilmezlerdi ki fakirlerin kaderi bu bilmezlerdi ki bunun adı yoksulluktur gözyaşıdır sitemdir vefasızlığın en büyük göstergesidir. Kimsesizliğin çaresizliğin olduğunun kanıtıdır. Erdemin ayaklar altına alındığı an bu andır. Onlar bilmezlerdi ki.

            Onlardan biri Bahtiyar'a diyordu ki 

Hey çöpçü çöpçü baksana elbiselerine şapşallar gibisin bizim çöplüğe de uğrasana

           Diğeri de sırıtıktan sonra:

—baksanıza üç zavallı cılız ve çelimsizlere 

   Bahtiyar ses edemiyordu sadece sessiz sessiz gözyaşı akıtıyordu hani bazen şu murat nehri derin derin akarken nice insanları alıp götürür ya Vefasızlığın sitemliliğin olduğu yâd ellere işte Bahtiyar’ bu gözyaşları da onu böylesi bir âleme götürüyordu

Dargındı, durgundu beyhude dolanıp dururdu. Gözyaşlarında bunu hep gösterirdi sitemliydi

  Ayağında bir kara lastik vardı annesi okulda giysin diye almıştı. Kimsenin içerisinde yalın ayakla dolaşmasın kimse oğlunu kırmasın üzmesin diye almıştı dilencilik yaparak (yani gururunu yerler altına sererek )almıştı.

        Hayat budur yiğidim ya seni en yüce dağların tepesine çıkarır ya da dağların en alçak yerlerinde bir Lut gölü gibi olan yerlerde dolaştırır

İşte Bahtiyar şu an onu yaşamakta idi yani ikinci şık onu ta en derin yerlere doğru sürüklemekteydi

        O gençler alayla kalmayıp üstüne üstelik Bahtiyar’ın küçük kardeşine tokat atıyorlardı hasretin gözlerinde tane tane yaşlar süzülüyordu. Ağlıyorlardı lakin ağlatılıyorlardı ah be felek ah. Ki ah hasret ağlaya ağlaya eve geldi o minicik ufacık taptaze bir fidan gibi olan yüzü yumuşak mı yumuşak gözleri bir inci tanesi gibi olan yürüyüşü bir keklik yürüyüşünü andıran kız bugün hüngür hüngür ağlıyordu hem de namaz üzerindeyken bile inci tanesi gibi gözyaşı döküyordu. Onun için bu gözyaşlarının değeri hiç paha ölçülemez biçimde idi. vefa kendini kaybetmişti. Gurur bir akarsu misali kendine kaynak arıyordu. Gözyaşları bir gözenin suyu misali derin derin anlamlar taşıyarak süzülüyorlardı. Yürekler üzerine hazır betonlar dökülmüşçesine sertleşmişti hiç kimse yardım elini dahi uzatmak istemiyordu

  Bu insanlarda merhamet duygusu diye bir şey kalmamıştı bu kadar sert bu kadar gaddarlaşmışlardı böyle insanlar bir sevgi çiçeği olan çocuklara kucak açacak yerde onları hayatın en kuytu yerlerine rezilliğin utanmazlıkla dans ettiği yerlere doğru sürüklüyorlardı

Bu sürükleyiş onları ileride kötü yollara sevk edecek

Çer çöp içerisinde bir yaşamın kıyısında bırakacak her gün bir kapkaç olayının içerisinden her gün bir rezilliğin içerisinde bırakacaktı.

Bu köylüler bunu bilmiyorlar mıydı? Yahut ta bilip anlamak istemiyorlardı.

 Bu çocukların yaşadıkları ortamda böyle bir ortamdı ne modern bir yapı vardı. Nede modernizeye uygun bir yapı halk kendini dindar bilip imamı daima öğretmenden üstün tutuyordu onlar böyle bir sıfatlaşmaya, böyle bir ayrıma gitmişlerdi. Onların böyle bir ayrıma gitmeleri onların ne kadar geri kaldıklarını gösteriyordu.

   Bahtiyar ve ailesi işte böyle bir yerde yaşam savaşı vermekteydiler bu yaşayış onları sonu belli olmayan uçurumlara doğru sürüklemekte idi bu sürükleyiş onların her gün ölümle nefes nefese olacaklarının sinyalini veriyordu. Kimse onlara sahip çıkmıyordu bunlar ne yer ne içer diyen yoktu. İnsafsızlığın cirit attığı bir diyarda yaşamaktaydılar

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bahtiyar bir beye çobanlık yapmak için annesinden izin istiyordu 

‘’Anne ben Hasan Beye  çobanlık yapmaya gidebilir miyim’’diyordu

 Annesi

—bak oğlum’’ diyordu 

Bizim kimsemiz yok sen de anlıyorsun kimsemiz olmadığı gibi bu köyde bize yardım elini uzatacak kimsede yok senin de yaşın çok küçük ama ne yapalım kader bu kaderin yazgısı bu gitmelisin ki kardeşlerine bakabilesin

Bahtiyar suskun bir nehir gibi annesini dinliyordu

Annesi ise gözyaşları içerisinde konuşmasına devam ediyordu

Bir ara Bahtiyarın derinlere daldığını fark edince

—oğlum sen beni dinli yomusun ‘’dedi

Bahtiyar ise ‘’evet anne seni dinliyorum’’dedi

Bak oğlum sen bu ailenin tek erkek çocuğusun enin bir saçının teline bir şey olursa benim bu ana yüreğim kaldıramaz onun için kendini her kötülükten her zorluktan ve her tehlikeden sakınmalısın olur mu?

 Tamam, olur anne’’

Annesi Hasan ağanın iyi biri olmadığını biliyordu onun için için için ağlıyordu bu ağlayış hicran gözyaşlarının en yüksek had safhaya ereceğinin göstergesi olacaktı

Bu aydan güzelin oğlanın ölümünü sanki seziyordu

Artık akşam vakti olmuştu Bahtiyar son hazırlıklarını yapmaktaydı küçük bir çantası vardı onu doldurmuştu iki küçük kız kardeşinin ve annesinin birer fotoğrafını koymuştu gurbette hasretlik gidermek için

Annesi oturmuştu eski kırık bir sedirin başına bahtiyar ve diğer kardeşlerinin, onun için yaptıkları son hazırlıkları izliyordu ama ama şunu çok iyi fark ediyordu bahtiyarın kardeşlerine ve eve bakışlarından çok bunaltıcı ve derinlik olan bir hal vardı. O akşam kuru ekmek ve bir adet soğanla akşam yemeklerini yediler yemekten sonra bahtiyar

Annesine dönüp ‘’ana artık böyle kuru ekmek yemeyeceksiniz babam yoksa da artık onun yerine ben varım ve ben size bakacağım kimse sizleri üzemeyecek okuyacağım aynı zamanda büyük bir adam olacağım herkesi bizlere muhtaç bırakacağım bizleri ise Allahtan başka kimseye muhtaç etmeyeceğim’’

Annesi derin bir nefes alıp ‘’aferin benim aydan güzel oğluma ‘’deyi verdi. Demesine dedi ama nerdeyse ağlayacaktı. Gözleri dolmuştu. Zaten durumları iyi değildi. Bir de aydan güzel oğlunu hiç tanımadığı insanlara çoban olarak gönderiyordu.

Hasret hemen devreye girdi ‘’anne ağabey bir yerlere mi gidecek’’

Mukadder teyze‘’yok kızım birkaç günlüğüne bir yere gidip ondan sonra tekrar geri gelecek’’hem de sana oradan güzel şeyler alacak

Bisküvi alacak sakız alacak’’ diyordu(ah be deli divane kadın hayatın kötü cilvesine çomak sokarsın bilmez misin ki o dağ başında sakız ne arar bisküvi ne arar) ama bizim insanların çoğu böyledir mert dedin mi en mertleridir misafirperver dedin mi en iyi misafirperver, ana dedin mi en iyi ana. En güzel özelikler bizlerde toplanmış onun için Allaha şükretmesini bilmek gerekir ondan dolayı bizim milletimizde büyük sanatçılar ozanlar dengbejler ve yazarlar çıkmıştır ve halada çıkacaktır

Ondan dolayıdır ki bu kara topraklarda acılar içerisinde yaşam savaşı vermektedir Azrail ile her gün burun buruna an be an yaşamaktayız. Güzergâhımız üzerinde sarp kayalar dikenli yollar patikalı geçitler ve her dem tehlike vardır. Bela musallat oldu mu obamıza çadırını kurar yıllar boyunca gitmez kan davaları oluşturur. Kin ve nefreti artırır. Kimini aç bırakır kimini yoksul. Kimini zengin eder kimini sefil, kimini âlim eder kimini rezil.

      Kiminin gözü önünde evlatları katledilir, kiminin gözü önünde yavrusu hastalıktan parasızlıktan ölür. Ellerinde tutan olmaz. Herkes kendi geçim sıkıntısının peşindedir. Bu devirde ekmek aslanın ağzında değil artık midesindedir. Herkeste bunun farkındadır. Onun içindir ki bahtiyarın çalışması evine bakması gerekiyordu. Yaşından büyük işlere kalkışacak daha çok mu çok cefa çekecek, sefalet görecek, yoksulluk içinde yaşayacak ki geleceğini iyi kurabilsin

Belli bir an sonra annesi bahtiyara dönüp

—bak oğlum beni iyi dinle bugün gidiyorsun oraları bilmem insanlarını tanımam ama sana şunları söyleyebilirim. Hiç bir zaman kimseyle tartışma, onların bir dediğini iki yapma, otlatacağın hayvanlara çok iyi sahip çık çünkü onlar önce Allaha sonrada sana emanettir. Dağda hayvanları otlatırken sakın ola uyumayasın, yılanı var kurdu var. Namazını daima kılasın namaz dinin direğidir. Her sabah Allaha duacı ol. Sürüyü bir bir kontrol et hasta olan kayıp olan var mı? Ama bunların hepsinden öte sen kendine dikkat et. Can her şeyden önemlidir. Çünkü canın olduğu yerde malın önemi yoktur. Kendini sakın ola üzmeyesin. Bizleri boş yere özleme bizler burada iyiyiz sen iyi oldukça bizler iyiyiz.

Kurban olduğum oğul

Canların canısın oğul

Sen Allah’a emanetsin oğul

Ceylan gözlü aydan da güzel oğul

     Annesi oğluna nasihatler verdikten sonra oğlu bahtiyar

Anne ben arkadaşlarla vedalaşmaya gidiyorum öğle saatlerinde burada olurum

—Tamam, oğlum erken dön olur mu?

 Tamam anne

Deyip evden ayrıldı bir iki arkadaşı gördükten sonra Alev'in mezarını ziyaret etmeye gitti. Düzlerden taşlı yollardan ve mis kokulu bir havanın eşliğinde onun kabrinin olduğu yere vardı. Elinde bir demet gül vardı.   

 

     

Canından çok sevdiği Alev'in ölümü onun için artık hayatı acı bir gerçek olarak görmenin olduğunu fark ettirmiş olacaktı ve bir nevi oralardan uzaklaşmak gerektiğinin farkındaydı. Son gününde ve hatta son saatlerinde mezarlığa gidip topraktan koparttığı bir demet gülü alevin mezarının başına bıraktı. Ve

  Dedi ki

              Ey sevgili sen rahat uyu rahat kal hep mağrur ve dingin idin, hep hicran gözyaşları ile yol alırdın güneş sana yoldaş olmuş yolunu aydınlatırdı. Gece seni kötülüklerden korumak için üstünü örterdi. Kara toprak senin hem sırdaşın hem de can evinde vuranın olacaktı. Bunu sende biliyordun. Veysel babanın dediği gibi sadık dost değilmiş o seni sevenlerinden ayırıp tenha bir odaya koydu. Senden sonra ben yalnız bir kurt gibi yaşamaya başladım. Ne gözlerim bir kişiye bakar oldu nede aklım başkasına takılır oldu. Sessizce ağladım. Hani bir ceviz ağacı vardı ya işte hep onun dibine gider seninle olan anılarımızı düşünürdüm her zaman seninle birlikte giderdik ama ben o gün yalnız gittim ve anladım ki artık yalnız kalmışım ve yalnız yaşayacağım. Gözlerim orda hep seni aradı ama ne çare. Güzel görmeyi akıldan öğrenen bu gözler hep seni aradı çaresiz ve bitap bir şekilde o an aklıma bir türkü gelmişti çok çaresizdim ve ayrılık gözyaşları akıtarak onu söylemeye başladım.

Ayırdılar seni benden

Kopardılar şu canımdan

Kan ağlıyor sol yanımdan

Çaresizim çaresizim

 

Çaresizim çaresizim

Çok sevdiğim çaresizim

Kopardılar yâri benden

Eyvah bugün çaresizim

 

Aslanımdan olma uzak

Kurulmuş bize bir tuzak

Bu mektubu yâre yazak

Çaresizim çerezim

Türküyü bitirmiştim ama üzerimdeki beyaz gömlek sanki bir yağmur yağmışçasına ıslanmıştı. Artık gözlerimde bir her demlik yaş bile kalmamıştı. Vefasızlığa talihsizliğe şansızlığıma küsmüştüm. Felek hiçbir zaman güldürmedi beni, hep ağlattı, hep üzdü beni. Her şeyden öte onunla nice hayaller kurduğum sevgilimi(seni)aldı. Artık benim için buralarda kalmanın bir önemi yoktu. Buralarda kalma ban hem üzün hem de dert elem getirecekti onun için bir karar verdim son bir defa da olsa seni göreyim ve buralardan gideyim yar. Ey sevgili ben seni unutmadım ve unutamamamda her an her dem kalbimdesin bunu böyle bilmen gerekir. Bedenim ırak bir yerde olursa bile aklım sende kalbim seninle olacak. Hiç bir zaman senin yerini kimse doldurmayacak. Biz seninle ölümüne söz verdik ben senden gayrı başkasıyla ne çıkarım ne de başkasıyla evlenirim. Hayatımın solmaz sararmaz tek gülü sendin senin gidişin benimde yok oluşumdur bunu böyle bilmeni isterim tatlı dilli kalem kaşlı sevgilim. Birkaç aylığına gideceğim ama ne olursa olsun seni hiçbir zaman yalnız bırakmayacağım her dem geleceğim her an yanında olacağım. Bedenim yanında olmasa bile ruhum hep seninle olacak. İnci tanesi gibi bir iki damla gözyaşı akıtıp oradan ayrıldı. Ayrılırken sanki hiç gelmeyecekmiş gibi dönüp o mezarlığa baktı ki yürekleri ürpertircesine. Ve dedi ki’’ya rab acaba bizim ölümümüz nasıl olacak bizler nerede ne halde öleceğiz bizim de mezarımız olacak mı? Yoksa topraksız mı kalacağız. Sahipsiz mi öleceğiz. Böyle burkun tulu ve bir o kadar da anlamlı konuştuktan sonra mezarın dikili taşına bir gözü yaşılı buse kondurdu. Ondan sonra başını önüne koyup:’’ey sevgililerin en güzeli selam olsun sana selam olsun yanındakilere, selam olsun kara toprağın altında yatanların hepsine Allah hepinize rahmet eylesin. Ey sevgili seni bu takatsiz canımdan çok seviyorum. Her an her dem aklımda kalacaksın bunu unutma seni çok çok seviyorum Allahaısmarladık sevgili, rahat uyu, rahat kal.

Dedikten sonra yavaş yavaş mezarın başından ayrıldı. Orada yatmakta olan bütün mümin kardeşlerine de bir fatiha okuduktan sonra hızlı hızlı oradan uzaklaştı. Yemyeşil bir düzlükten geçtikten sonra yolda bir iki arkadaşına rastladı onlarla biraz sohbet ettikten sonra onlarla da vedalaştı. Ardından eve geldi. Kapıyı yavaşça açtı. İçeri girdi saate baktı saat tam 12.00 ı gösteriyordu. Acıkmıştı içeride kimseyi göremeyince arka odaya bakayım dedi. O odanın kapısını açınca annesinin somyanın üzerinde uyuduğunu gördü iki kız kardeşi de annelerinin kucağında uyumuşlardı. Bunları gören bahtiyar sessizce ağladı onlara acıyordu, ama ellerinde hiçbir şey gelmiyordu. Hem yaşı küçüktü hem de çok çaresizdiler. Onların böyle gündüz ortası yatmaları bahtiyarı derinden yaralamıştı. Kalbine yüz binlerce hançer saplanmış gibi. O kadar hicran gözyaşı döküyordu ki. Sesli ağlamamak için yan odaya geçti, oradan da mutfağa geçip hem gözyaşı döküyor hem de çay suyunu üste veriyordu. Kendi kendine söylenip duruyordu-ben çobanlığa gidersem kim bunlara bakacak kim kardeşlerimle annemle ilgilenecek. Yoksul olduğumuz için bayramlarda bile doğru düzgün kimse bizim eve gelmiyor, gelip kapımızın önünde geçiyorlar ama bize hiç uğramıyorlar. Bir akrabamız başka bir şehirde geldiğinde günlerini başkalarının evinde geçirip son gün son saatler daha yeni bize uğrarlar, zannediyorlar ki bizler hiçbir şey anlamıyoruz. Bilmiyorlar mı biz de insanız biz mi bu durumda olmayı istedik Allah kime ne özelik vermişse insanın onunla şükretmesi gerekir onlar bilmiyorlar mı hı bilmiyorlar mı? Tamam, fakir olabiliriz yetim olabiliriz ama sonuçta biz de insanız insan. Bizimde bir değerimiz olmalı, bizleri de soran birkaç insanlar olmalı. Kurban olduğum yarabbim biz ne kötü ne zor bir yerde yaşamaktayız her şey çıkar meselesi olmuş çocuk artık çıkarı için nerdeyse babasına satacak seviyeye gelmiş, analar yerlerde sürünüyor hale gelmiş. Çocuklar sokaklarda büyümeye alışmış. Komşu komşusunu tanıyamaz olmuş, tok açın halinden ne anlar ne de kendini onun yerine koyar olmuş. Sadaka verenler bile nerdeyse insanın yüzüne tükürüp sadakayı verecek olmuşlar.

Yarabbi bu ne devirdir bu ne zaman.

 Böyle dertli ve ağlamaklı feryadı figan eden bahtiyar çayını içtikten sonra eşyalarını hazırladı bavulunu salona getirdi. Yavaş yavaş annesinin yanına gitti onları uyandırdı.

—ana uyan dedi

Annesi uyandı

—bahtiyar oğlum sen nerelere gittin nerelerdeydin ben hiç seni göremedim

—anne benim işlerim vardı arkadaşlarımla vedalaştım biraz oyalandım yeni geldim

Tamam, oğlum sen açsındır sana çay falan yapayım

Hayır, anne ben çayımı yapıp içtim siz kendilerinizi yormayın ‘’dedi

—oğlum kusura kalma sen gelince biz uyumuştuk, geldiğinden bile haberim olmadı. Yoksa ben kalkar yavrucuğuma hazırlardım.

—Anne bir şey olmaz Allaha şükür elim ayağım tutuyor. Hem kendi yemeğimi yapabiliyorum hem de sizlere bakabiliyorum.

—şey anne saat birde araba gelecek

 Çantama bakar mısın eksik bir şey var mı?

—tamam, bahtiyar bakacağım. Sen biraz daha dinlen olur mu?

—hı hı olur anne

Hasret gel yanıma biraz oynayalım olur mu?

—tamam, ağabey olur

Ya da gel kucağıma otur dedi ve hasret gelmişti. Biricik abisi bahtiyarın kucağına o kız kardeşine hep abla diyordu. O kadar çok seviyordu ki hem hasret hem de Keziban'a hiçbir zaman el kaldırmamıştı. O ikisine doya doya baktıktan sonra hasrete dönüp

—abla bak yaramazlık yapmayasın, anneni ve ablanı üzmeyesin olur mu?

—Tamam, ağabey yapmam

 —ben geldiğimde sana çok güzel oyuncaklar, arabalar alacağım

—hasret: abi ne zaman döneceksin

—en erken zamanda çünkü seni görmesem dayanamam da ondan.

Hasret abisinin söyledikleri karşısında çok sevinmişti. Sırıta sırıta gülüyordu.

Annesi onun elbiselerini kontrol ediyordu. Suskun suskun oğlunun gidişi için yürekleri ürpertircesine ağlıyordu. Gözyaşlarını yüzünde değil içine akıtıyordu. Kimseler farkına varmıyordu.

  Bahtiyar ise annesinin bu halinin hiç iyi olmadığını sezmişti ama belirtmek istemiyordu

O da bir o kadar üzülüyordu. Ana ocağından ayrılmak ona da zor geliyordu. Aynı zamanda çok utangaçtı. Misafir olarak gittiği evlerde doğru düzgün yemek falan yemezdi. Ya zorla sofraya götürülürdü. Ya da hiç yemezdi. İşte bahtiyarın böyle olan durumu annesini çok üzüyordu. Annesi oğlunun aç kalacağından geceleri rahat uyuyamayacağından korkuyordu. Bu korku onun yüreğini parçalıyordu. Adeta binlerce mızrakla ana yüreği dağlanıyordu.

   Belli bir müddet suskun kalan ortamı bahtiyar bozuyordu:

 —anne saat bir araba gelmiştir benim yola gitmek gerekir’’diyordu. Küçük kardeşlerinin yanağından öptükten sonra annesinin de ellerini öptü. Ona gözlerinden bir iki damla hicran gözyaşı annesinin ellerinin üstüne düşüverdi. Bahtiyarın bu iki gözyaşı annesine ölümlerden beter acı ve keder verecekti. Annesi bu gözyaşlarının acısıyla yaşamının son anına kadar acı ve ızdırabla mücadele edecekti.

 Vedalaşan bahtiyar yola doğru koyuldu. Annesi ve kardeşlerine bay bay ettikten sonra ardın sıra yola koyuldu. Ve hiç ardına bakmadan gidiyordu. Arkasına bakmıyordu. Çünkü biliyordu hem annesi ve kardeşleri ağlıyor, hem de kendisi bir nehir gibi hicran gözyaşı akıtıyordu. Ondandı ki arkasına bakmıyordu. Boynunu büküp gidiyordu. Yol üzerine gelince dönüp onla

ra baktı. Bu bakış uzunca bir dalgınlık ve ölüm kokusu getiriyordu.

 Orada biraz bekledikten sonra nihayet bir minibüs göründü. Onların yanına yanaştı. Zemheri köyü yazıyordu önünde, bahtiyar el kaldırıp arabaya atladı. Arabadakiler hep birlikte ona bakıyorlardı. Bahtiyar bu tesirli gözlerin etkisini üzerinden çekmek için hemen oturup bir selam verdi

Selam ün aleyküm

Yolcular bir ağızdan

—ve aleyküm meselem dediler.

İhtiyarın biri –oğul sen kimlerdensin dedi

Bahtiyar:-amca benim o köyde akrabam falan yok ben hasan ağaya çoban olarak geliyorum

İhtiyar:-ya demek hasan ağaya çobanlığa geliyorsun

Bahtiyar –evet amca

Arabadakiler şaşırmışlardı sanki üzerlerine soğuk sular boşaltılıyordu. Dalmışlardı. O an hasan ağa sözüyle irkildiler. Gözlerine bir telaş bir korku düşmüştü. Hepsi çocuğa bakıp üzülüyorlardı. Bahtiyar onların bu telaşlı ve korkulu bakışlarından şüphelendi. İçine alevler gibi korku düştü. Ama belli etmek istemiyordu.

İhtiyar:-oğlum sen hasan ağayı tanıyor musun?

—yok amca

Peki, bakacağın sürünün ne kadar olduğunu öğrendin mi?

—hayır amca

—oğlum senin işin çok zor o çok sinirli ve çokta belalı bir insan kendi köylülerine o kadar zulüm ediyor ne malum ki sana etmesin. Hele bir hayvanı gelmezse inan ki seni yaşatmaz bunu bilesin ben senin yerinde olsam geri dönerim

—amca ne olursa olsun ben geri dönemem. Aileme söz verdim onlara ben bakacağım sözümden vazgeçemem

—senin baban yok mu?

—hayır, amca ben küçükken kanserden ölmüş ailenin tek erkek çocuğu benim ve evin en büyük çocuğuyum

—ya öyle mi, yazık oğlum çok yazık size bakan amcaların dayıların falan yok mu?

—yok, amca, bize bakan hiç kimse yok

Arabada olan ihtiyar ak saçlı gri gömleği başında külah olan yüzü derin izlerle dolu olan bir ihtiyar

—evladım sizin oralarda nasıl insanlar yaşıyor kurban olsunlar sana ve ailene nasıl onların boğazında akşamları lokma geçiyor eyvah ki eyvah ya rabbim biz ne günlere kaldık ‘’diyordu.

Bütün köylüler ona üzülmüşlerdi ona acıklı acıklı bakıyorlardı.

Bahtiyar ise boynunu bükmüş savaşlarda düşen yaralı esirler gibi suskun suskun bekliyordu. Hani yüksek servi ağaçların üzerine kar düşünce onlar istemeye istemeye boyun bükerler ya onun ki de öyleydi işte.

Arabayı büyük bir sessizlik kaplamıştı. Hiç kimse konuşmuyordu. Herkes kendi hayaller dünyasına çekilmişti. Kim bilir ne acı günler görmüşlerdi kim bilir neler düşünüyorlardı. Bu topraklarda yaşayan herkesin bir derdi bir kederi bir acısı vardı. Bahtiyar ise suskun suskun oturmuş kem gözlerle arabadaki yolculara bakıyordu. O an ihtiyar bir ana

Yavrum sen okul okuyor musun ‘’dedi

Bahtiyar: evet teyze okuyorum lisedeyim. Dedi

Teyze: yazık oğlum yazık sana dön evine git bak ne güzel de okul okuyorsun. Yazık olur sana buralarda sen buraları bilmezsin. Buralarda kurtlar her yaz ayında en az 30 40 tane hayvan atıyor. Sen buralarda yapamazsın. Var evine git. Bu yaşta bu zorluklara katlanamazsın.

Bahtiyar: hayır teyze ben biraz öncede dedim ne olursa olsun ben aileme söz verdiğim için artık yolumda dönmem.

Teyze: sen bilirsin oğul

Konuşmaları kesip yola devam ediyorlardı. Sarp kayaların arasında geçiyorlardı. Dönemeçler o kadar tehlikeli oluyordu ki bahtiyar neredeyse kalpten gidecekti ha kaza yapacağız ha kaza yapacağız diye kalbi güm güm atmaktaydı. Arabadaki köylüler ise bu yollara alışkındı. Onlar için bu yolcuklar hiçbir şey ifade etmiyordu. Sonra bahtiyar bir an olsun dağlara baktı. Dağlar sarp kayalarla donatılmış, ormanlar tepelere set çekmiş tam üç adam boyu uzamışlardı. Yani orada otlanacak sürü kaybolur. İstemezse hiç de kolay bulunamazdı. Yaban güller kır çiçekleri hiç görünmüyordu. Toprak ağaçlardan dolayı güneş yüzü göremiyordu. Yani güneş toprağa hasret, toprakta güneşe hasret kalmıştı. Dağlar uzun sıralı her biri bir ağrı dağı yüksekliğindeydi. Bazı kırsal yerler ise çorak alanlara dönmüştü. Toprak verimsiz olmuş çiçekleri bir bir solmuş olan bu alan sadece koyun sürüsünün rahvan gezindiği bir alan olmuştu. Bu çorak toprakların yolları da bozuk çamurlu ve bir o kadar da zahmet verici idi. arabalar bata çıka bu yokuşları aşa aşa yol alırlardı. Bazen araba çamura saplanıp kaldı. Bazen de virajların dönemecinde neredeyse tepeden gidecekti. O kadar tehlikeli bir yoldu ki insanlar her an her dem ölüm ile burun buruna idiler. Bu zavallı köylüler ne devlete derdini anlatmasını biliyor nede devlet onlara yardım elini uzatıyordu. Kendi hallerinde olan bu köylülerin anlaşılan zor ve tehlikeli bir yaşayışları vardı.

    Yolun sol tarafına yönünü çeviren bahtiyar tarlalarda ot biçen ve arkalarından tırmık yapan insanları fark etti. Tırpan çeken erkeklerin arkasında tırmık yapanlar ise kızlardı. Kadınlar ise sırtından bebeği ellerinde bir sürahi su ve erzak ile onlara doğru yol alırlardı. Genç kızlar ise tırmık çeke çeke boyunları bükülmüş ihtiyarene bir hal almışlardı. Bütün tarlaların etrafı tellerle ve taş duvarlarla örülmüştü. Bunu fark eden bahtiyar yanındaki ihtiyara

—amca neden bu tarlaların etrafı duvarlarla ve tellerle örülmüş.’’dedi

İhtiyar: oğlum burada herkes kendi arazisini namusu gibi korur. Arazi konusunda bizim halk çok sert ve aynı zamanda bir o kadar da gaddar olurlar. Birinin bir tavuğu diğerinin bahçesine girse onun hıcı olarak birbirlerini vururlar. Birinin bir ineği diğerinin otuna girerse ya o ineği öldürürler ya da çobanı ölesiye döverler. Sen bizim dağları gördün sert yüksek ve bir kadarda haşin bir görünümleri var değil mi?

Bahtiyar: evet amca

—işte bizim insanlarda öyledir. Toprak kendi özelliğini insanlara da yansıtırmış derler ya o söz bence çok doğrudur. Bizim köyde olduğu gibi. Hata hayvanlar bile uysal olup olmama özeliği bakımından sahiplerine çekerlermiş.

Bahtiyar: teşekkürler amca: dedi

Ama ihtiyar ak saçlı adamın anlattıkları onun kulaklarında çınlanı verdi sanki ihtiyar adam ona bir mesaj vermek istiyordu. Bu çorak topraklarda çobanlık yapmanın ne kadar cefa bir iş olduğunu anlatmak gibi bir gayenin içerisine girmişti. Bahtiyarın içinde korkular alev gibi büyüse de bahtiyar volkanik bir dağ misali içerisindeki alevlerin kıpramasına izin veriyor ama dışarıya asla mı asla yansıtmıyordu. Çünkü onun bu köye gelişi ne kadar zorlukları göze aldığının en büyük göstergesiydi. Bu cefaya katlanarak buralara gelmişti. Ve bu yoldan da vazgeçmeyeceğini söylüyordu. Neyse ki arabaları köyün içine geldi. Yolcular bir bir inmeye başladılar. Bahtiyar şoföre:

—hasan ağanın evine yakın bir yerde beni indirir misin.’’dedi. Kaptan da

‘’tamam, olur’’dedi

Biraz gittikten sonra bir evin önüne geldiler araba orada durdu. Bahtiyar kaptana teşekkür edip arabadan indi. Evi gördüğünde çok şaşırdı. Çünkü böyle bir köyde böyle ihtişamlı bir evin nasıl var olduğunu anlayamıyordu. İki katlı sarı kahverengi karışımlı boyalı köşklere benzer bir yapısı demirden büyük bir kapısı kapının kenarlarından üç dört hamal, evin arka tarafından dört beş adet ahır. Vardı evin üzerinde olduğu arazi üzerinde çok güzel inci gibi olan iki tane tay oradan oraya koşuşturup duruyordu.

             Bahtiyar şaşkın şaşkın yol alıp o demir kapının önüne geldi kapıda yer alan adamlardan biri:

—buyurun oğlum bir şey mi diyorsun’’diye sordu

Bahtiyar: ağabey ben hasan ağanın yeni çobanıyım ‘’dedi.

Adam: şaşkın bir hal ile ‘’sen mi oğlum

—evet amca

—oğlum sen bu kadar köyün yarısı kadar olan sürüye nasıl bakacaksın kafa mı yedin de buralara geldin

—amca ben bakarım kendime güveniyorum’’aslında bahtiyarın içi cız ediyordu burada bu çobanlığı yapamayacağını biliyordu ama dili kalbine hükmettiği için böyle söylüyordu. Artık işi gurur meselesi yapmıştı. Kaçmayı kendisine yakıştıramıyordu.

  Adam kapıyı yarısına kadar açtı bahtiyar içeriye geçti. Adam onun kalacağı yeri göstermek için onunla gidiyordu. Bahtiyar bir an olsun bu adamı incelemeye başladı. Adam zayıf çelimsiz, yüzünde derin ifadeler vardı. Elbiseleri yırtılmış, saçlarına aklar düşmüştü. Ayağında her iki yanında yırtıklık olan bir lastik vardı. Elleri ise nasırlıydı. Yüzü güneşten dolayı çok yanmıştı. Akıttığı terler ona başka bir hal vermişti. Yürüyüşü yaralı bir aslanın yürüyüşünü andırıyordu. Nefes alış verişinde ne kadar yorgun ne kadar dertli divane ne kadar eziyetli gün gördüğünün en büyük göstergesi olarak göze çarpıyordu. Tamda bu sırada adam bahtiyara dönüp

—oğlum ismini söyler misin dedi

Adım bahtiyar

—amca ya sizin isminiz

—benim adım Ahmet

Yılardır bu ağanın yanında hamallık yapmaktayım. Geçimimi böyle sağlamaktayım

—ya öylemi hasan amca

Ahmet amca bahtiyara:

—oğlum ailen ne işle uğraşıyor dedi

Bahtiyar:-hasan amca benim babam biz küçük yaşta iken Allahın rahmetine kavuştu. Evin tek erkeği ve evin sorumluluğunun yüklendiği tek kişiyim.

—ya okul okuyor musun?

—hı hı amca lisedeyim

—desene yalnız üç aylığına buradasın

—Evet amca

—okul okuyanlar genelde işlerde çalışamıyor

—bence de öyledir

—oğlum sen daha çok küçüksün, bilmem bu sorumluluğu kaldırabilir misin? Biliyor musun ben de senin gibi küçük yaşlarda iken ailemi kaybettim ve buralara gelip hamal olarak yıllar boyunca çalıştım. Şimdi ise görüyorsun ne kadar yıpranmışım, yetim olarak büyümek çokça zorluğa katlanmak ve göğüs germek demektir. Dedi

   Belli bir konuşmadan sonra yıkık harabe, duvarından derin yarıklar olan, penceresi bu devirde bile naylon ile kaplı olan bir kapının önüne geldik. Ahmet amca kapıyı açtı ve dedi ki:

—oğlum biz dört kişi burada kalıyoruz birde sen geldin artık biz beşkardeş olduk üç ay boyunca kalacağın yer burası dedi.

Evin içerisi dışı gibi yıkık ve virane idi. çer çöpten geçilmiyordu. İki odası ve birde salonu vardı. Onların yatakları hazırdı. Bahtiyarda kendine bir köşe seçtikten sonra çantalarını kurup yerini biraz temizleyip düzelttikten sonra Ahmet amca ile birlikte dışarı çıktılar evin önünde büyük bir çeşme vardı, çeşmenin önünde namazlık taşı, yanında ise upuzun bir ceviz ağacı vardı. İkisi o ceviz ağacının altında biraz oturdular. Bahtiyarın aklına hemen sevdiği güzeller güzeli Alev gelmişti ikisinin buluşma yerleri hep bir ceviz ağacının dibi olmuştu. Ondan dolayıdır ki bahtiyar ne zaman bir ceviz ağacı görse o zaman çok duygulanırdı.

Bahtiyar Ahmet amca ya

Amca bu ağa gerçekten çok sert biri mi, çünkü arabadaki köylüler ondan çok kötü konuşuyorlardı.

—hayır hayır! Bu güne kadar hiç kimseye bir fiske bile vurduğunu görmedim. Biraz sert biridir, kimseyle fazla konuşmaz. Aynı zamanda şakacı, sevimli ve yanında çalışan insanlara nasıl davranması gerektiğini bilen biridir.

—peki, neden köylüler benim ona çoban geldiği mi öğrendiklerinde hepsi şaşırıp bana üzgün üzgün baktılar. Hata ve hatta bana dediler ki:

— yazık sana orada çürüyüp gideceksin başka bir insan bulamadın mı gelip bu adama çobanlık yapıyorsun ‘’dediler

—hepsinin ağzı torba değil ki bağlıyasın. Bunlarla hasan amca bir konudan dolayı bu kadar ters gidiyorlar.

             Tamda anlatacakken hasan ağa çıka geldi. Bahtiyar o zaman hasan ağayı ilk defa görüyordu. Uzun boylu tombul yüzlü yüzünden gülücükler olan yanağının sol yanından derin izler olan, ayağında siyah bir çizmesi, üzerinde siyah bir takım elbisesi olan bir adamdı. Ağa nasıl geldiyse Ahmet amca ve bahtiyar ayağa kalktılar. Ahmet amca:

—ağam hoş geldiniz’’dedi

Ağa: hoş bulduk Ahmet bu bizim yeni çoban mı?

Bahtiyar: evet efendim dedi

Ağa: oğlum ben seni en yirmi beş otuz yaşlarından biri bekliyordum neyse hoş geldin

—hoş bulduk ağam

—oğlum inşallah benim sürüye sahip çıkabilirsin

—inşallah ağam

—sen daha önce hiç çobanlık yaptın mı?

—evet, ağam çok küçük yaşlardan itibaren yaz aylarında çobanlık yaptım

—ya iyi inşallah

—İsmin bahtiyardı değil mi?

—evet

—bak oğlum ben kendi prensiplerim hakkında sana bir şey söylemek istemiyorum. Benim nasıl bir kişiliğe sahip olduğumu yanımda çalışan işçi arkadaşlarına söyleyebilirsin. Onlar sana kısaca anlatsınlar benim kişiliğimi.

—tamam ağam.

Hasan ağa Ahmet amcaya dönüp:

—Ahmet şuna evin yolunu göster evdekilere de söyle ona yemek versinler. Ondan sonra biraz dinlendikten sonra ona sürüyü göster nasıl bakması gerektiğini sabahları nerelere götürmesi gerektiğini, öğleden sonra nerelerde otlatması gerektiğini, hepsini bir bir anlat tamam mı?

—tamam ağam

Ahmet amca ve bahtiyar eve doğru geldiler. Bahtiyar evin ihtişamına baktıktan sonra böyle bir köyde böyle bir evin olmasına inanamıyordu. Adeta bu ev her şeyiyle büyüleyiciydi. Ahmet amca kapıyı çaldı. İçeriden takırtı tokurtular geliyordu.35 ile 40 yaşları arasında bir hanım efendi kapıyı açtı. Ahmet amca:

—Ayşe abla bu yeni çobanımız ağam gönderdi. Ona yemek falan verecekmişsiniz.

—tamam, siz onu alın salona geçin zaten öğleden kalma yemek var ısıtıp birazdan getiririz.

Ahmet amca ve bahtiyar sedirlere oturduktan sonra bahtiyar evi gözlemlemeye başladı. Öncelikle gözleri evdeki fotoğraflara takıldı. Hasan ağa onların aile fotoğrafına biraz baktıktan sonra Ahmet amca onun bu meraklı bakışını fark edip:

—bahtiyar bu fotoğraf hasan ağanın aile fotoğrafı sağ baştaki hasan ağanın büyük kızı; şimdi evli ve İstanbul da, onun yanındaki küçük kızı; şimdi Ankara da lise okumakta ve yaz tatili olduğu için bir iki gün içerisinde burada olur. Onun solundaki ise hasan ağanın hanımı Ayşe abla, onun yanındaki de hasan ağadır. Arkalarında olan ise hasan ağanın babası merhum Cahit beydir.

 Bahtiyar utana sıkıla oturduğu bu sedirde bir sağına bir de soluna bakınıp duruyordu. Yerdeki halıları hem güzelliği hem de nakışı, pencerelerin muhteşem manzarası, vitrinlerdeki enfes süs eşyaları, masaların üzerindeki ahenkli ahenkli çiçeklerin oluşu âdete evi gül bahçesine çevirmiş, eve muhteşem bir hava kazandırmıştı.

Arada belli bir zaman geçtikten sonra Ayşe teyze bezden olan bir sofra bezini getirip kurdu. Arkasında sarımsı renkli bir çaydan, yanında iki çay bardağı, öğleden kalma zerbet ve meleme yi kurdu. Afiyet olsun dedikten sonra kendisi bir sedire geçip oturdu. Bahtiyar ve Ahmet amca sofranın başına geçtiler. Bahtiyar ilk defa böyle bir yere geldiği için çok utanıyordu. Utana sıkıla sofraya oturmuştu. Ahmet amca ile birlikte yemeklerini yedikten sonra Ayşe teyze o yemekleri kaldırdı. Önlerinde çay kalmıştı. Bahtiyar hem kendine hem de Ahmet amcaya çay dolduruyordu. Çaylarını içtikten sonra dışarı çıktılar. Hem sürüye bakacaklardı. Hem de Ahmet amca ona çevreyi gösterecekti. Otlak alanlarla ilgili bilgi verecekti. Bahtiyar ve Ahmet amca dışarı çıktılar. Biraz yürüdükten sonra Ahmet amca ona bak oğlum karşıda gördüğün dumanlı dağlar bu topraklarda çok can aldı. Sana ilk tavsiyem hayatta bırakma sürün o tarafa gitmesin. Çünkü çoğu gidişin dönüşü zor olmuştur. O dağlar hem sarp kayalarla kaplı hem de kurtların boy gezindiği yerlerden en önemlisidir. İkinci olarak bu topraklarda kimsenin sürüsü bir başkasının toprağına girmez onlarda kan davaları ile sonuçlanır. Girdi mi seni de fena şekilde hırpalarlar haberin olsun. Bir başka öğüt ağamız hayvanları konusunda çok hassas bir adamdır. Hiç bir hayvanına zarar gelmesini istemez, haberin olsun. Zaten biz kendisi ile fazla göz olmakta istemiyoruz. Bizim ağanın toprakları çoktur aynı zamanda köyün en zengin insanıdır. Ondan dolayı kendisine ağa demekteler. Yoksa bizim bildiğimiz o vurup kıran, dediğim dedik diyen zorba ağalardan değildir. Onun ağalığı parasından, zenginliğinden gelmektedir. Burada senin için önemli olan kendi geleceğin için dikkatli bir şekilde sağlam ayaklar üzerine basarak çalışmanın gerektiğidir. Bu dağlarda bu ovalarda çobanlık yapmak her zaman dikenler üzerinde yürümeğe benzer. Veya hut da daima bir yarın başında olmaya benzer. Onun için senin çok mu çok dikkatli olman gerekir.

—tamam, amca teşekkürler.

 Bahtiyarla Ahmet amcanın bu konuşması bittikten sonra eve doğru yol alıyorlardı. Bahtiyarın aklına ailesi ve akşamın bu tan vakti geliyordu. Bu saatler onun için en güzel anılarının geçtiği zamanlardı. Arkadaşları ile top oynamalar sevdikleri ile buluşmalar gibi önemli etkenlerin yer aldığı bir andı.

Neredeyse ağlayacaktı, kendini zor tutuyordu. Epeyce yol almışlardı. Artık karanlık çökecekti. alel acele eve doğru geliyorlardı. Akşamları kalacakları evin yanına vardılar. Ahmet amca hemen orada olan tavukları içeri koydu. Tabi ki öncelikle o tavukları bir bir saydı. Ondan sonra bahtiyarla birlikte içeri girdiler içerde loş bir koku geliyordu. Diğerleri sofraya oturmuş bir şeyler atıştırıyorlardı. Bahtiyar bunlara bir göz gezdirdi. Bu dört kişiden sofranın başında oturanı, ince zarif ve uzun boyluydu, sakallarında doğru düzgün yüzü görülmüyordu. İkincisi ise orta boyluydu, yalnız saçları diğerlerine göre erken yaşlanmıştı. Sol tarafta oturanın yanındaki ve dördüncüsü diğerlerine göre daha gençtiler bir sohbet ediyorlardı kahkahalı alaylı, kendilerini ve buradaki durumlarını düşünmüyorlardı. Yemekten sonra bahtiyara sadece;-hoş geldin’’dediler ondan sonra sen kimsin necisin ne iş yaparsın neden dolayı çalışmaya geldin vb hiçbir soru sormadılar. Yani bahtiyar şunu anlamıştı ki bu adamlar çok zor ve iyi olmayan insanlardı.

 

 

Bu ortamda yabancılık çeken bahtiyar yemek yemekten çekiniyordu. Ah be felek ah ki ah’’ diyordu içinde alevlerle cenk ediyordu. Gözleri o kadar güzeldi ki o kadar masum bir bakışı vardı ki yürekler ürpertircesine insanın içine işliyordu. Aydan da güzel yüz ifadelerinde masumluk saflık yoksulluğun belirtileri vardı. Sofrada oturanlarda onun bu halini sezmişlerdi. Onun bu güzelliğinin farkına varmışlardı. Herkes yemeğini yedikten sonra tanışma faslına geçmesi gerekirken bunlardan demek öyle bir şey yoktu. Bahtiyar kendini tanıtıyordu. Ondan sonra da onlar artık utana sıkıla bir bir kendilerini tanıttılar… Ve bahtiyara tekrar tekrar ‘’hoş geldin ‘’dediler. Arkadaşlardan biri hemen çayları getiriyordu. Önlerine çaylarını almışlardı. Onlar kahkahalı bir sohbet kurmuşlardı. Gülmekten kırıp geçiriyorlardı. Ahmet amca hepsine göre çok ağır başlı efendi bir insanı andırıyordu. Diğerleri ise biraz daha genç ve diri görünüyorlardı anlaşılan hiç biri evli değildi. Bahtiyarla hiç ilgilenmiyorlardı. Anlaşılan bunlar onu daha çocuk olarak görüyorlardı. Bahtiyar sessizce bir köşede somyanın kenarına oturmuştu. Hata ve hata o kadar büzüşmüştü ki, insan ilk baktığında kamburlaşmış, yaşlanmış, zayıf cılız bir insanın hali göze çarpardı. Beyni başını yiyordu.’’beni çocuk gibi görüyorlar ondandır ki hiç kimse ne beni soruyor nede benimle ilgileniyor. Yalnız başıma, bir zavallı gibi kalmışım. Allahın kitabında yazar mı yeni gelen misafire böyle davranmayı. Ha yazar mı bre zalimler. Ama bahtiyar biliyordu ki bunlara da rahat alışacak onların bu ortamına rahat uyum sağlayacaktı. Hem kendisi onları çok sevecek hem de onlar bunu çok seveceklerdir. Çünkü burada işçi olarak çalışanların hepsi ezilmektedir ezilmekte olan insanlar bir birine değer bir birlerine güç vermelidirler ki yaşamlarının bir anlamı olsun. Yaşamı yaşanılabilir hale getirmek gerektiğini savunuyordu hemen Alev ile yaptıkları tek bir tartışma vardı. O an aklına o gelmişti. Onlarda bu tartışmanın üzerine körü körüne gitmişlerdi. Aralarında ki iki üç yaş farkından dolayı; bahtiyar bunu bir şiir olarak Alev'e bildirmişti.

 

 

O ZAMAN BENİ İYİ DİNLE

 

Ey sevgili yar; dün yanımda yaş bahsini ortaya attın

Ne senden çok büyüğüm nede senden çok küçüğüm

Bir olan şu efkârlı yarama sen binlerce tuzu kattın

Ne senden çok büyüğüm nede senden çok küçüğüm

 

Adımı aslan olarak binlerce sineye ve üç kitaba yazdım

 Aşkın zorluğunu çok iyi bilirim onun için sineyi kazdım

Sen elimde sarı bir tel iken ben ise divanlarda bir sazdım

 Ey sevgili ne senden çok iyiyim ne de sen çok kötüyüm

 

 

 

Bana bakıp kafama eserse hiç kimseyi takmam dersin

Sen bilmezsin o an hayatın acımasız tokadını yersin

 Ben şimdi anladım niye her gün sen beni üzersin

Unutma ne senden çok küçüğüm nede çok büyüğüm

 

Ben buralardan gittiğimde o an değerimi anlarsın

Eline kanlı hançeri alır o taşlı yüreğine saplarsın

O an bağrın yanar beni hatırlarsın sonra sinemi dağlarsın

Ama unutma ne senden çok büyüğüm nede çok küçüğüm

 

Ah bir bilsen bahtiyarı sevenler onu nasıl candan seviyor

Ehli Bingöl halkı gittiği her yerde bu gencini övüyor

 Ona bu ilde varımız yoğumuz her şeyimiz diyor

Sen karşısına geçmiş bıçak çekerim kimseyi takmam diyorsun

 

Bilmez misin köylü güzeli nazik insan bıçaktan anlamaz

 Hiç kimseyi takmam gibi kalp kırıcı sözlere de hiç inanmaz

Ama biliyorum ki kardelen çiçeğimde benden hiç vazgeçmez

Ben onu çok seviyorum biliyorum o da beni seviyor

             İşte bahtiyarın yaşadığı en sert tartışma böyle olmuştu o tartışmada bile böyle ağır kelimeler kullanılmamıştı. Kahkahalı gülmeler sırıtarak konuşmalara hiç rast gelmemişti. Böyle bir şeyle ilk defa karşılaşıyordu.  

Bu adamlarla bu anda böyle bir yerde yemek yediğini düşünmek bahtiyara ne zor anlar yaşatıyordu. Bahtiyar Ahmet amcaya söyledikten sonra bir köşeye kıvrılı verdi sabah erken uyanmak için. Yatağına uzanan bahtiyar hayallere dalmıştı. Üzerine yorganı çektikten sonra inci tanesi gibi olan gözyaşlarını akıtıyordu. O kadar ağlıyordu ki atletini ıslatmıştı. Sanki bazen toprakla sevişmeyi isteyen yağmur bazen de hicran gözyaşları akıtan yağmur gibi ıslanıvermişti. Annesini iki küçük kız kardeşini düşünüyordu. Onlardan ayrıldıktan sonra kim bilir onların gözlerine uyku girmemiştir. Düşünüyorlardır’’acaba ağabeyimiz ne yapıyor, rahat hareket edebiliyor mu? Doğru düzgün yemek yemiş midir? Yoksa utana sıkıla bir köşeye çekilip orada kıvrılıp uyumuş mudur? Kim bilir garip anam şimdi sessiz sedasız gözyaşlarını akıtmaktadır.’’bahtiyarım evimin direği ana kuzusu şimdi nasıl bir durumdadır. Uyumuş mudur yoksa o da bizleri mi merak ediyor’’ah anam ah ki ah benim aklım sizde sizin aklınız bizde biliyorum. Biliyorum ama ne yapayım ne edeyim fakirlik, yoksulluk bu, olanakların olmaması demek budur, demek bu imiş. ard’ın üzerinde bize nimet yokmuş. Bize yer yokmuş. Kurban olduğum ana canım anam.’’

Yatağında hüngür hüngür ağlayan bahtiyar vefasızlığın insafsızlığın kol gezdiği bu devirde ekmek parasını kazanmak için bu kadar zor zorbalığın olduğu yerlere gelmişti. Kim bilir belki de ölümü bile buralardan olacaktı. Belki de bir dağda bir bayırda kimsesiz bir şekilde ölüp gidecekti. Çünkü gurbetteydi. Bu gurbetliğin kelimesi bile can sıkar ya. İnsanı bir kurt gibi kemiren gurbet çok zor ve başa bela bir şeydir. İnsanı anadan babadan ayırır. Hasretliği kemire kemir insanın içine koyar. İnsan evinden ayrıldı mı artık nerede olursa olsun orası onun için bir gurbettir. Bir ayrılıktır. Dünyanın kendisi de bir gurbet göçebelerin konakladığı bir yayladır. Biz ise bu yaylanın abdlarıyız.  

Belli bir zamana kadar gelip burada yaşar gideriz. Yaşayanımız en fazla 130 yıl yaşar, bu ömür ise göz açıp kapayana kadar gelip geçer. Onun içindir ki bu kadar az sürede konaklayacağımız yerin hem değerini bilmek gerekir hem de öbür dünya için çok iyi hazırlanmak gerekir. İşte gurbetliğin en büyüğü böyle bir şeydir. Yani dünya insanlar için göçebe bir yayla iken insanlarda bu dünyada birer gurbetlik yaşayan fertlerdir.

  Ailesinde uzak olan bahtiyar böyle hisler karmaşası ile yatıyordu. Ama uyku ne uykuydu. Yatak ne yataktı. Sabaha kadar kıvranı vermişti zavallı. Sabah erkenden kalkıp namazını kıldı, kahvaltı yaptıktan sonra ilk defa sürünün yanına gideceği için aynı zamanda heyecanlanmaktaydı. Saat 6:00da hayvanları bırakan bahtiyar hiç karışmıyordu, sürü kendi yolunu bildiği için hiçbir şeye maruz kalmadan direkmen o yoluna devam ediyordu. Bahtiyarda sürüyü takip edip ardın sıra gidiyordu. Artık köyden ıraklaşmışlardı. Yemyeşil yerlerden dümdüz olan bu küçük ovanın dışına çıkmışlardı. Sarp kayaların oldu alacakaranlık gibi görünen tenha ve dar ormanların olduğu, kurtların, baykuşların, yılanların hüküm sürdüğü dağlara doğru gidiyorlardı. Bahtiyarın o bülbül gibi şakırdayan sesinden’’

1        Dağlar seni delik delik delerim

2        Elek alır toprağını elerim

3        Sen bir kara koyun bende bir kuzu,

4        Sen gittikçe ardın sıra melerim’’

5                       Türküsü çıkıyordu. O kadar güzel ve o kadar içten söylüyordu ki sanki bütün sürü uyku aleminde sıra sıra birer birer hareket ediyordu. Adeta bir sürünün attığı adım bile fark edilmiyordu. Bahtiyarın türküsünü ayak sesleri ile bozmak istemiyorlardı. Artık dağların yamaçlarına gelmişlerdi. Sürüsü otlanıyordu. Kendisi ise bir göze arıyordu çok susamıştı. O an dağın yamacında yemyeşil bir yerin olduğunu fark etti hemen oraya doğru yol aldı. Sürünün yanında ise zağar bir köpek kalmıştı. O yemyeşil alana varan bahtiyar orada iki gözenin olduğunu fark etti. Kana kana su içtikten sonra biraz dinlenmek amacıyla gözelerin başında uzanıverdi. Hayaller alemine dalıyordu. Sevdiği kızın ölüm şokunu daha üzerinde atlatamamıştı. Anlaşılan onsuz yaşayamıyordu. Çünkü Alev her dem her an aklındaydı. Kendi kendine söyleniyordu’’-ağ be güzeller güzeli sevdiğim kim bilir şimdi ne yalnızlık çekiyorsun. Ne soranın vardır, ne de görenin hani seninle ölümüne birbirimize söz vermiştik. Hani ne sen ne de ben birbirimizden ayrı olmayacaktık. Sen beni yalnız bırakıp kara toprakların altına girdin ben ise sensiz ta ırak diyarlara gittim. Ne ben seni görebilirim nede sen beni görebilirsin. Ama şunu unutmamanı isterim ki, aydan güzel sevgili sen her an her dem aklımdasın ben hep senin ruhunla senin sevginle yaşıyorum ve yaşayacağım.

   Kara kara düşünen bahtiyarın ağzında bir şairin şu dörtlükleri geçiyordu:

       ^^__^^AH Kİ AH KARDELEN ÇİÇEĞİM^^__^^

 

ASLAN KAYA GEL DE ŞU KARDELEN ÇİÇEĞİNİ GÖR

BAK O KARDELEN ÇİÇEĞİN NE HALLERE DÜŞMÜŞ

KENDİ KEFEN NAKŞINI AL VE ONU ELLERİNLE ÖR

GÖR O GÜZELİM SEVDİĞİN YAR NE HALLERE DÜŞMÜŞ

^^__^^__^^__^^__^^__^^__^^__^^__^^__^^__^^__^^__^^__

AYDAN GÜZEL SEVDİĞİN GELMİŞ YANINDA ÇÖKÜYOR

 İNCİ GİBİ OLAN GÖZYAŞLARINI BİR BİR ELİNE DÖKÜYOR

AĞLAMAMAK İÇİN YÖNÜN ÇEVİRİP SANA BAKMIYOR

GÖR O KARDELEN ÇİÇEĞİN NE HALLERE DÜŞMÜŞ

^^__^^__^^__^^__^^__^^__^^__^^__^^__^^__^^__^^__^^__

BEN O YARIN DÖKÜLEN İKİ DAMLA GÖZYAŞINI SİLDİM

O GÖZYAŞLARINDA KENDİMİ VE KARDELEN ÇİÇEĞİMİ GÖRDÜM

AĞLAMAMAK İÇİN BİR OYANA BİR BU YANA DÖNDÜM

 GÖRDÜM Kİ KARDELEN ÇİÇEĞİM NE HALLERE DÜŞMÜŞ

^^__^^__^^__^^__^^__^^__^^__^^__^^__^^__^^__^^__^^__

SEVDİĞİM GELİP YANIMDA OTURDU SIMSICAK ELLERİNDE TUTUM

BAŞIM KALDIRIP AYDAN GÜZEL O YÜZÜNE BAKTIM

GÖZYAŞLARINI GÖRÜNCE İÇİM YANDI DEDİM Kİ BEN BİTTİM

O AN GÖRDÜM Kİ KADELEN ÇİÇEĞİM NE HALLERE DÜŞMÜŞ

 

^^__^^__^^__^^__^^__^^__^^__^^__^^__^^__^^__^^__^^_

 Bu şiiri ezberleyen bahtiyarın ağzında şu kelimeler dökülüyordu. Bu şair sevdiği kızı ne güzel adlandırmış ve ne de güzel duygularını dile getirmiştir.’’kardelen çiçeğim’’ne güzel bir kelime ve bir sevgiliye de ne kadar yakışır bir kelimedir, diyordu. Belli bir zaman geçtikten sonra yerinde kalkan bahtiyar tekrar susamamak için gözeden doya doya su içti. Ve sürünün peşine düştü. Sürüsü şerefin ıssızlıklarına doğru yol alıyordu ta en kuytu yerde alacakaranlığın hükm sürdüğü yerler gibi yüksek yüksek sıra dağların yer aldığı doruklara doğru çıkıyordu. Karşı dağlarda kınalı ayaklı keklikler yavrularıyla birlikte şeyda bülbüller gibi ötüyorlardı. Dağlarda berrak sular şakırdıyordu. Bu göze sularını içmek ölüm pahasına da olsa şerbet gibi geliyordu. Adeta günlerce buzdolabında bekletilen sulardan daha soğuk ve hazır kaynak sularının hepsinden kat kat daha güzeldi. Bu göze sularının bir damlası yüz binlerce koka koladan daha iyiydi. 

  Abı hayat suyu gibi olan bu gözeler insanın ruhuna büyük bir dinginlik kazandırıyordu.

    Doya doya bu göze suyunu içen bahtiyar ağır ağır yol alıyordu şerefin derinliklerine doğru biraz yorgun ve bir o kadar da halsiz olan bahtiyarın sürüsü aşağı yamaçta otlanırken, kendisi ise sürünün üst kısmında büyük bir kayalığın yamacında ağır adımlarla hareket ediyordu. Tam da iki büyük kayalığın olduğunu fark eden bahtiyar bu yüksek sefine dağının doruğuna çıkmaya karar verdi. Zaten sürü dağın yamacında oltanı veriyordu. Yanında da zağar bir köpek vardı.

 Bahtiyar sefine dağının doruğuna çıkarken gördüğü iki kayalığın yanına vardı. İki kayalığın arasında kırmızı ve capcanlı olan bir gül gördü. Kalbi yerinden çıkacakmışçasına koşan bahtiyar hemen gülün yanına çömeli verdi. Tamda koparacakken aklına çoban ve gül diye bir şiir geldi. Bu şiiri okumaya başladı.( ÇOBAN VE GÜL

 Acayip bir çoban vardı,

Yufka yürekli ve eli dardı.

Erzakını ve kavalını yanına alıp,

Uzunca bir yola daldı.

Sürüsü yol alırdı,

Sessiz ve sakin

Issız bir ovaya geldiler.

Kartal ve kurtların sesi duyulurdu,

Çobanda ikide bir arkasına bakar,

Neredeyse korkudan bayılırdı.

Topladı körpe kuzuları bir yerde,

Ardı ardına dizmeye başladı.

Zağar bir köpeği vardı.

Açlıktan eli ayağı büzülmüştü.

Onu sürünün ardına koydu.

Nice dağları ve taşları aşıp,

Şerefin ıssız derinliklerine vardılar.

Orada yem yeşil bir yere koyuldular,

Sürü o an hayat bulmuştu.

Dem onların demi olmuştu.

Çoban ise bekledi belli bir zaman,

Ve bir ağacın dibine geçip,

Dinlenmeye başladı.

O an ağaç üstünde olan bülbül,

Bütün olanları seyre dalmıştı.

Lakin orada gülünü izlemekteydi.

Çoban ona doğru gelen bir koyuna,

Yanındaki gülü koparıp vermek istedi.

Koparmasına kopardı ama

Koyun o gülü istemedi.

Lakin tanıyordu,

Bülbülün yareni olduğunu,

Ve aşklarının dillere destan olduğunu

Bülbülünde dalda gözyaşları,

İçerisinde olduğunu gördü.

Çobanın yaptığına hayret kaldı.

Başını eğip yoluna gitti.

Sonra çoban farkına vardı.

Çömelip Allahtan affını diledi.

Kavalını eline alıp,

Dertli dertli bir türkü yaktı.

Sesi

Şerefin ıssızlıklarında yankılanmaya başladı.

 Ondan sonra çoban türküleri yankılanır oldu

Bu yaylada.)

Bu şiir sanki kendisine yazılmıştı. Sanki ona onu anlatıyordu. Başını önüne koyup gülü

Koparmaktan vazgeçiyordu.

    Doya doya o gülün güzelliğini seyre dalmıştı ki, altında oturduğu kayalığın üzerinden küçük toprak parçacıklarının üstüne döküldüğünü fark etti hemen yerinde kalkıp oraya baktığında aman Allah’ım ne görsün kıp kırmızı bir yılanbaşını kaldırmış öylesine bekliyordur. Bahtiyar hemen yerinde fırlayıverdi biraz kaçtıktan sonra, epeyce uzaklaştığını fark etti. Uzaktan o kırmızı yılana taş atmaya başladı o an bu yılan bahtiyarın üzerine doğru geldi. Bahtiyar elinde kavalıyla kaçıyordu o kadar hızlı kaçıyordu ki bir ara bir taşın üzerinde atlarken ayağı takıldı yere doğru yuvarlanıverdi. Diz kapağında kanama vardı. Ama o hiç takmıyordu, hızla aşağı doğru koşuyordu. Köpeğin yanına gelince biraz kendini rahat hissetmeye başladı. Ama o korkusu halada devam ediyordu. İki de bir arkasına bakınıp duruyordu. Artık bu dağın başına gelmeyeceğini söylüyordu. Ne pahasına olursa olsun artık bu dağa ne gelecek ne de hayvanlarının buraya gelmesine izin verecekti. Çünkü ilk defa böyle büyük ve kırmızı bir yılan görüyordu. Oralardan buralardan biraz koşuştururken öğlen olmuştu. Erzakını açıp bir şeyler atıştırdı. Öğle namazını kıldı. Ve biraz dinlenmek amacıyla uzandı, ama yılanların korkusunda yatamadı, sadece uzanmıştı. Bir iki saat geçtikten sonra hayvanlar kalkıp dolaşmaya başladı. Bahtiyarda kalkmak zorunda kaldı sürünün peşine düşüp yol aldı artık akşam vakti yaklaşmıştı. Hayvanlarını alıp evin yoluna düşmüştü. Tan yeri ağarınca hayvanları evin önüne getirdi. Sürüyü dinlendirmeye aldıktan sonra hızlıca kaldıkları eve geçti. Kapıyı açıp içeri vardı. Ocağın üzerinde kaynayan suyu alıp güzel bir demli çay yaptı. Çayı kaynarken o çoraplarını çıkardı çeşmenin önünde hem çoraplarını hem de elini yüzünü yıkadı ve ondan sonrada abdest alıp koşa koşa çayına bakmaya geldi. Gerçi çeşme o kadar da uzak değildi. On adımlık bir yerdeydi. Çayın dinlenme süresinin dolduğunu gören bahtiyar bardaklarını da kurup güzelce demli bir çay içti. Ve dinlenmek amacıyla sedirin başına geçti. O orada dinlenirken Ahmet amca kapıyı açıp içeri girdi.

—selam un aleyküm evlat

—ve aleyküm selam Ahmet amca

—bahtiyar oğlum durumun nasıl ve bugünün nasıl geçti, gerçi ilk günler daima hem sıkıcı hem de çok zor geçer, ama ne yapalım ki hayatın zor cilvesi bu değil mi?

—evet, amca biraz sıkıcı geçti ama inşallah bununda üstesinden geliriz

—bugün hayvanları nerelerde otlattın

—ben burada sürüyü ağır ağır götürdükten sonra bir dağın yamacında iki göze gördüm sürümü o dağın yamaçlarında otlattım.

—hı sefine dağına diyorsun bak oğlum o dağın civarları çok tehlikeli hem büyük yılanlar orda çok hem de kurtlar için orası vazgeçilmez bir yer. Çünkü sarp kayalarla donatılmış geçitler çok az yer almaktadır. Sakın ola bir daha o kadar uzak ve bir o kadar da tehlikeli bir yere hayvanları götürmeyesin 

—tamam, amca zaten ben bir daha oraya gidemem bugün sefine dağının tam başına çıktım orada iki büyük kayalık var ya işte ben tamda onların yanına gittim iki kayanın arasında bir gül gördüm o gülün yanına vardım ve orada biraz dinleneyim derken üzerimde toprağın döküldüğünü fark ettim. Nasıl başım kaldırıp üste baktımsa o an kırmızı bir yılanın her an bana saldıracakmış vaziyette bulunduğunu gördüm.

Ondan sonra hemen kaçtım o yılan biraz peşimde geldiyse de ben hızlı koşup sürünün yanına vardım. Nerdeyse korkudan bayılacaktım

O an

     Bahtiyar anlatmasına anlatmıştım ama demek ki çok korkmuştu soluk soluğa kalmıştı o an nefes alıp vermesi de bunun göstergesiydi.

 Ahmet amca onu güzel teselli etikten sonra

—bahtiyar sen bir şeyler atıştırdın mı dedi

—hayır, ama sıcak bir yaptım onu da görüyorsun

—o zaman öğleden biraz meleme kalmıştı. Onu getireyim de onunla çay içelim.

—olur amca

   Bahtiyar ile Ahmet amca birlikte yemek yedikten sonra bahtiyar namazını kılıp arka odaya geçti. Çantasını açtı ve çantasından bir hikâye kitabı çıkartıp okumaya başladı epeyce okuduktan sonra uyku zamanının geldiğini fark etti sabah erken kalkması için erken yatmanın gerektiğini biliyordu. Onun için zamandan harcama yapmadan hemen yatağına uzanıverdi. Uykuya dalmıştı zavallı sefil bahtiyarın günleri artık hep böyle sıkıntılı, ızdırablı, olacaktı. Ailesinden uzak, sevgiliden uzak bacılardan uzak; kalmak bahtiyarın sıkıntılarına tuz biber katıyordu. Aynı zamanda bu sıkıntılara hayvanların zorluluğu eklenince artık buraların çekilmez olduğunun farkındaydı gitmek istiyordu bu ellerden. Buraların yaşanılmaz bir yer olduğunu düşünüyordu. Günleri böyle umutsuzlukla sıkıntılarla geçen bahtiyar hemen hemen he gece bir rüya görmekteydi. Rüyasında:

Sefine dağının yamaçlarında sürü otlatırken sarp kayaların hükm sürdüğü bir yere geliyordu. Ve o an bir taraftan annesi ve diğer taraftan babası çıkıyorlardı. Annesi:

—Oğlum bahtiyar geri dön o tarafa gitme.  Ne olur bizi baban gibi yalnız bırakma bu tarafa gel diyordu.

Saçları ak elbiseleri bembeyaz olan babası ise:

—oğlum seninde artık yanımıza gelmen gerekir en kısa zamanda gel seni bekliyoruz tamam mı?

Ger gece her dem bu rüyayı gören bahtiyar bir türlü anlam veremiyordu. Babasına yasinler okuyordu. Aynı zamanda okutuyordu ama y,ne de aynı rüyayı görüyordu. Böyle rüyaların hayra alamet olmadığını o da seziyordu. Ama elden ne gelirdi ki. Annesi ve kardeşlerinden bir haber almak istese de bir türlü alamıyordu. Çünkü bu aracılığı sağlayacak kimse yoktu. Günleri adeta aç susuz geçiyordu. Vücudunda derin yaralar oluşmuş, elleri nasırlaşmıştı. Yüzünden derin izler çıkmıştı. Saçlarında tane tane dökülmeler başlamıştı. Elbiseleri yırtılmış, iki diz kapağında ise silinmez izler oluşmuştu. Ondan dolayıdır ki annesini, ana ocağını özlüyordu. Gitmek istiyordu bu ellerden bir daha dönmemecesine. Ama yoksulluk yapışmıştı. Yakasına adeta el etek sürercesine kopmuyordu ondan. Bırakmıyordu bahtiyarı bırakmıyordu lakin. Bir sevda misali yapışmıştı yakasına kopmuyordu ondan.

  Yalnız bir şey vardı ki anlatılmaya gelmez bahtiyar ne zaman sefine dağın yamacına gitse o an içinde ölüm korkusu oluşuyordu. Aklına ‘’bizde öleceğiz bir gün’’sözü geliyordu. Aynı zamanda rüyasında hep gördüğü rüya olması münasebetiyle onun için o yer çok farklı bir anlam taşıyordu. Korku heyecan, takatsizlik hep bu sisi eksilmez sefine dağının yamaçlarında hüküm sürerdi. Bu bahtiyar için ise hükmen bir yenilginin habercisi ve gözlemlemelerin tanıklığına sebebiyet gösteriyordu.

Böyle güleri ve bir ayı geçen bahtiyar

    Günlerden bir gün çobanlıktan yeni gelmişti. Daha eve varmasına bir saat falan vardı. Bir gözenin başına gelmişti. Orada biraz dinlendikten sonra eve gidecekti. Birden karşıda gelen iki kız gördü. Kızlar ona doğru geliyorlardı. Bahtiyar bu kızların yollarında geçip gideceklerini düşünüyordu. Ama düşündüğü gibi olmadı. Onlar bahtiyarın olduğu çeşmenin başına geldiler

 

     .giyinişlerinden anlaşılıyordu ki bunlar bu köyde kalmamış okumuş kişilerdir. Kızlar tam yanına yaklaşınca önde olan kız hem çok gülümseyen insan bakınca insana hayat veren bir siması vardı. Bir gülümseyişi allı yanağını ballandırıyordu. Yanındaki kız arkadaşı ile konuşurken dili bal damlatıyor, gözleri güneş ışığı gibi insanı tesirine alıyordu. Gamzeli yanakları ona bambaşka bir hayat öyküsü verdiriyordu, salına salına keklik gibi bir yürüyüşü vardı. Saçları bir murat nehri misali dalgasız uzun ve sessiz bir şekilde onun sırtından geçinmekteydi. Yani saçları bir servi ağacı misali uzun ve onun sırtından aşağılara doğru uzanıyordu. Adeta bir insanı kör bir kuyudan çıkarırcasına uzanıyordu. Bakışları binlerce mavzerlere göğüs geren bir insanın bakışlarını andırırken, aynı zamanda binlerce sinemi delercesine tatlı ve hoş bir yönü vardı. Yanındaki arkadaşı ise oda bir o kadar güzel ve bir o kadar da hareketliydi konuştuğunda ağzından şeker kırıyor gibi, baktığında aydan da güzel yüzünü mutlu gösterir, jest ve mimiklerle o hareketlere yön verirdi.

  Salına salına gelen bu kızlar bahtiyarı gördükten sonra hemen duraklayıverdiler. Böyle yakışıklı böyle güzel yüzlü bir genci ilk defa kendi köylerinde görüyorlardı. İkisi de onu görünce çok şaşırmışlardı. Yanına geldikten sonra uzun kara saçlı ve ela gözlü kız hemen bahtiyara:

—merhaba şey, biz su içebilir miyiz ''dedi. Bahtiyar gayet nazik bir ses tonuyla:

—tabii şöyle buyurun''dedi. Onlar çeşmeden su içtikten sonra önce bahtiyarla biraz birbirlerine baktılar daha sonra yine o su içmek için bahtiyardan izin isteyen ay yüzlü kız söze girdi.

—pardon size bir şey sorabilir miyim?

—buyurun dinliyorum

—biz ilk defa seni bu köyde görüyoruz. Bundan da anlaşılıyor ki buralı değilsin. Çünkü bu köyde hemen hemen herkes birbirini tanıyor

—evet, ben buralı değilim bu köye çobanlık yapmaya geldim. Hasan ağa var işte ben o adamın yanında çalışıyorum.

—hasan ağa mı dediniz!

—evet, neden ne oldu.

—biliyor musunuz o adam benim babam

Bahtiyar çok şaşırmıştı.

—inanmıyorum ya gerçekten hasan ağa sizin babanız mı?

—evet

Hasan ağanın kızı ve bahtiyar arasında geçen kısa bu konuşmadan sonra ağa kızı:

—benim adım Asya arkadaşımın ismi de pembe sizin isminizi öğrenebilir miyiz?

—adım bahtiyar

Asya konuşma konusunda çok hünerliydi. Kimseden korkma ve çekinme gibi bir durumu yoktu. Rahat konuşurdu. Kelimelerini seçerken o0 kadar güzel ağzında yontuyordu ki adeta kelimelere yepyeni bir ivme kazandırıyordu.

 Bahtiyar ise bu genç kızın yanında konuşmaktan çekiniyor Türkçesiyle alay ederler diye ağzını sımsıkı tutmaya çalışıyordu. Ama onu onlara karşı kalkan olarak savunan bir şey vardı ki hiç şüphesiz bu konuda çok mu çok etkiliydi. Aydan da güzel yüzü, onu koruyordu. O kadar güzel bir yüzü vardı ki genç kızların hayranlıkla ona bakmaması işten bile değildi.

 Belli bir suskunluktan sonra Asya söze giriyordu:

Ya ben size bir şey sorabilir miyim?

—tabii neden olmasın

—siz okul okudunuz mu_?

—okuyorum lise son sınıftayım

—güzel dersleriniz nasıl

—benim dersler daima çok iyi Allahın izni ile daima da iyi olacak çünkü benim kazanmak gerekir ileride iyi bir meslek sahibi olmak için şimdiden çok iyi hazırlanmak gerekir

—bence de öyle ben de lise son sınıf öğrencisiyim İstanbul’da okuyorum babam eğitim konusunda bize gayet destek veriyor.

 O ana kadar doğru düzgün hiç konuşmayan pembe

—ben Asya aynı okulda okuyoruz gerçeği konuşmak gerekirse ikimizin dersler o kadar da iyi değil ama elimizden gelen çabayı gösteriyoruz.

  Pembe Asya ya kaş göz işareti yapıyordu ''haydi gidelim''diye ama Asya oralı bile olmuyordu. Onun aklı fikri bahtiyara takılmıştı. Gitmek istemiyordu. Bunu iyice anlayan pembe

—Asya artık gidelim baksana çok geç oldu merak ederler haydi ne olur gidelim.

Asya bahtiyarın karşısında utanmamak için

—tamam, pembe haydi gidelim''dedi.

Onlar bahtiyarla vedalaşıp hızla köy yoluna doğru gidiyorlardı. Bahtiyar ise yerinden sus pus kalmıştı. Sadece onlara sırtını döndü yanlış anlamasınlar diye hani insanoğlu bu derler ya içinde Asya ya karşı biraz kıpırtıların oluştuğunu fark ediyordu. Sanki gönül fay hattında çatlaklar meydana gelmeye başlıyordu. Asya da aynı duruma düşmüştü ama resmen bahtiyarı görür görmez ona vurulmuştu. Adeta sinem bin parça olmuş her parçası başka diyarlara doğru gitmişti. Paramparça olan bu sinemi artık onarmanın imkânsızlığı gibi bir kaide ortaya çıkıyordu. Bir yüz bu kadar bir sinemi ancak paramparça edebiliyordu.

  Artık akşam vaktiydi bahtiyar hızlı bir şekilde hayvanlarını alıp eve doğru geliyordu. Çiftliğe yaklaşınca hayvanlarını saymaya başladı. Aralarında eksik hayvanların olduğunu fark etti. Sürüyü getirip bahçeye koyduktan sonra büyük bir telaş içerisinde kimseye çaktırmadan bir parça ekmek aldı ve koşarak o hayvanları bulmak için yola düştü. Gündüz sürüyü otlattığı Şerafettin yaylasının yamaçlarına, o servi gibi yüksek dağların olduğu yere doğru hızlı hızlı gidiyordu. Güneş ise var gücüyle kaçıyordu. Sanki bir korkunun habercisiydi. Alaca karanlık ise hızlı bir şekilde çöküyordu. Yüksek ve sarp dağlarda şahin sesleri yükseliyordu. Bahtiyar ise her tarafa bakınıyor. Belki gözüm bir hayvana kaçar diye durmadan bakıyordu bir sağa bir sola. Yüksek kayalıklı bir dağın yamacına gelmişti ki. O an orada bir şeyler olduğunu fark etti. Çünkü kuşlar sürü halinde bir şeyin üzerine saldırıyor çığlıklar atıp geri kaçıyorlardı. Bahtiyarın gözünde hemen kuru yaşlar dökülüverdi. O içinde ''kesin bu koyunlardan biridir o çukurda kurtlar yemiş ondan dolayı bu kadar kuş orada çığlık atıyordur.''diyordu dağın yamacına geçip arkasında dolanı verdi büyük bir telaş içerisinde idi o an kayıp yere yığılı verdi. Ayağının altında yuvarlanan taş kayalıklardan aşağı yüksek bir ses çıkartarak düştü. O taşın düşüşü bütün dağı inletiyordu. O kadar yüksek bir yerde olduğunu fark etti taşın düştüğü kayalığı görmek için ayaklarının tabanına sert basa basa kayalığın başına geldi. O büyük uçurumu görünce korku içerisinde hızla geriye döndü. Oradan uzaklaşmak istiyordu. Çabucak o kuşların olduğu yere doğru geldi. Dağın yamacında iki tane büyük kayalığın arasında dağın yamacındaki çeşmeye uzaklığı tahminen elli altmış metre olan bir yerde bu kuşların hareketi olmaktaydı. Köyden ise epeyce uzaklaşmıştı. Güneş neredeyse batacaktı. Bahtiyar taşın başına gelip o iki kayalığın arasına baktı. Kuşlar halada çığlık atıyordu.

Bahtiyarın gözleri bir den bir şeye ilişti. Adeta delirircesine aklı başında gitti. Kendi yüzüne tokatlar savuruyor, vücudunu mıncıklıyordu. Gördüğü manzara karşısında dehşete düşmüştü. Yerde yatan bir çocuğun cesedi ve bu cesedin üzerinde kartallar olduğunu fark etti. Hemen ağlamaya başladı ve eline aldığı taş toprak ne varsa Kartallara fırlatıyordu. Kartallar kaçtıktan sonra bahtiyar hızlı bir şekilde cesedin yanına vardı. Cesedi görür görmez gözyaşları yerini feryadı figana bıraktı. Yerde yatan 6 veya 7 yaşlarında bir çocuktu. Bahtiyar o an kendini rüyada görüyor gibiydi.

—Allah'ım bu bir rüya olsun''

— bu bir rüya olmalı Allah’ım ''diyordu. Şaşırmıştı ne yapacağını bilmiyordu. Beyni tarumar olmuştu. Gözlerinde inci gibi yaşlar yerini kanlı gözyaşlarına bırakmıştı. Sağına soluna bakınıp duruyordu. Kartalların çocuğu paramparça ettiklerini canlı canlı gözleri ile görüyordu. Hemen harekete geçti ceketini çıkarıp yerde parça parça yatan çocuğun cesedinin üzerine attı. Ama bir şey fardı ki cesette çok koku geliyordu bahtiyar bu kokuya aldırış etmeden çocuğun parçalanmış vücudunu kucağına alıp götürüyordu. O cesedin üzerine öyle bir gözyaşı döktürüyordu ki adeta ceset yağmur suları ile yıkanır gibi. Hızlı hızlı köye doğru yol alıyordu. Tam köyün girişine gelmişti ki artık karanlık tamamen çökmüştü. Bahtiyar neyin peşinde dağa gittiğini unutmuştu. O sıralarda köyün girişine gelmişti. Köyün girişinde büyük bir çalılık vardı birden o çalıklar arasında koyun sesini duyan bahtiyar önce biraz şaşırmasına rağmen sonra o kaybolan koyunları da önüne katıp köye varıyordu. Tam çiftlikten içeri giriyordu ki Asya'nın orada beklediğini fark etti Asya bahtiyarın geldiğini görünce koşa koşa onun yanına geldi. Önce:

—hoş geldin ''dedi sonra ''neden bu kadar geç kaldın ''diyecekken bahtiyarın kucağındaki cesedi gördü. Hemen büyük bir çığlık atmaya başladı. Herkes birden evden fırçayı verdi. Ahmet amca en önde koşuyordu. Ondan sonra hasan ağa kapıdan çıkı verdi herkes pür telaş içerisinde dışarı çıkı verdi. Asya ise hüngür hüngür ağlıyordu. Hasan ağa onlar hemen bahtiyarın yanına geldiler onlarda bahtiyarın kucağındaki cesedi görünce kendilerini alamadılar büyük bir dehşet ve şaşkınlığın içerisine girdiler. Zavallı çocuğun yırtılmış, paramparça olmuş vücudunu görenler hayrete düşüyordu. Ahmet amca ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Hasan ağanın hanımı Ayşe ise çığlıklar kopara kopara bağırıyordu. Hasan ağa:

—bahtiyar nerede buldun bu cesedi’’diye sordu. Bahtiyar ise koyunların kayıp olduğunu söylemekten çekindiği için:

—ceketimi sefine dağının yamacındaki gözenin üstünde unutmuştum. Onu almak için erkenden gittim, sonra baktım ki kuşların çığlıkları yükseliyor, hepsi bir yere toplanıyor, o an düşündüm dedim ki kesin oradan bir şeyler var ben de gizlice o dağın yamacındaki iki kayalığın arkasından dönerek oraya baktım kartalların bir şeyi parçalayıp yediklerini gördüm. Biraz daha yakınına vardığımda parçalanan şeyin bir insan olduğunu gördüm bahtiyar anlatırken bile konuşmasında o anın korku dolu anları vardı. Hem gözyaşı akıtıyordu, hem de şaşkın şaşkın anlatıyordu.

—tamam, oğlum cesedi Ahmet amca ile birlikte getirin tertemiz yıkayalım ben de telefon açayım civar köylere bir öğreneyim kimin çocuğuymuş

—olur, ağam biz hemen parçalanmış cesedi yıkamaya alıyoruz.

Ahmet amca ve bahtiyar cesedi banyoya götürüyorlardı Asya ise halada bu şaşkınlığın bu korkunun canlı göstergelerinden biri olarak bu anı yaşamaktaydı. Kimseyle konuşmuyordu sanki dili tutulmuştu. Annesi de bir o kadar ağlıyordu. Komşular bu feryatları duyunca hemen koşup gelmişlerdi. Hepsi gördükleri karşısında şaşkına düşmüşlerdi. Köyü büyük bir sessizlik kaplamıştı herkes büyük bir endişenin içerisindeydi. Hayretler içerisine düşen köylüler ne yapacaklarını bilemiyorlardı. İmamı çağırdılar imam geldi. Ve cenazenin sahipleri gelininceye kadar burada bekletilmesini söyledi. Herkes imamın sözünü uygun gördü.

 İmam, hasan ağaya çevre köyleri aramasını istedi. Eğer hepsine ulaşabilirsek bu çocuğun kimin çocuğu olduğunu öğrenebiliriz.

Hasan ağa hemen çevre köydeki dostlarını aradı. Ve nihayet aradıkları netice verdi. Hani derler ya acı haber tez duyulur. İşte bu da o misal. Alaca denilen komşu köyünden iki gündür bir çocuğun kayıp olduğu söyleniyordu. Çocuğun şemasal tarifini yaptıklarında tıpa tıp birbirine uyuyordu. Alaca köylüleri ve askeriye iki gün boyunca dağ taş demeden aramışlardı. Ama bulamamışlardı. Annesi ile babası bu çaresizlik içerisinde iken hasan ağanın araması sonuç verdi bir ceset bulunmuştu. Ama kime ait olduğu bilinmiyordu. Küçük bir çocuğun bu kadar engeli aşarak bu kadar uzak yere gelmesi doğrusu şaşırtıcı nitelikte idi. bu acı haberin erkenden yayılması Alaca köylülerini gece ayaklandırdı. Hepsi arabalarına atlayıp doğrusu hasan ağanın köyüne gidiyorlardı. Arabadaki kadınların hepsi feryadı figan ederek ağlıyorlardı. Tam tamına araba ile 45 dakikalık mesafede olan bu köye geldiler. Kadın ve kocası hemen arabadan atlayıp cesedi görmeye geldiler. Bahtiyar ve hasan ağa cesedin üzerini nasıl açtılarsa o an olan oldu. Kadın ve kocası birden bire yere yığılı verdiler. Sadece adamın ağzında şu cümle dökülüyordu. Murat oğlum evim ocağım yıkıldı muradım’’

  İkisi de bayılmıştı. Köylüler o şirin o tatlı çocuğun yırtılmış paramparça olmuş vücudunu gördükten sonra hepsi şok geçirmişti. Genç kızlar cesedi görür görmez hemen bayılıyorlardı. Nenesi torununun cesedini ille de görmek istemişti. Düşe kalka onu arabadan indirdiler tam cesedin başına geldi ki ağzından şu cümleler dökülüyordu:

Ağ ki ağ Murat murat can murat nenesi kurban olaydı murat. Kimler güzelim torunumun gözlerini oymuş uyan murat uyan, uyanda sırtını nenene dayan uyan ne olur bak annen ve babanı ağlatın uyan kurban olayım sen uyan da ben öleyim. Oy oy yavrum ‘’’

  İhtiyar kadının konuşmak için takati kalmamıştı. Dizleri üzerine çöküverdi. Son defa kargaların gözlerini çıkardığı karnını delik deşik ettiği bütün vücudunu paramparça ettiği muradına baktı ve yere yığıldı. Zaten hasta olan kadın bu acıyla ölüm döşeğine gidecekti.

O gün öyle bir geceydi ki insan ne rüyasında görmek ister nede ömründe böyle acılı bir şeyi duymak isterdi. Bir insanın ölümünde olabilecek en büyük zorluklardan biri insanın çaresiz kalmasıdır. Kim bilir murat bu çaresizliği ne kadar çok yaşamıştı. Böyle büyük ve kara günde ağlamayan hiç kimse yoktu erkekler bile hüngür hüngür ağlıyordu ak saçlı pir dedelerin de gözlerinde yaşlar akıyordu. Ta ki sakallarını ıslatırcasına güneş belki de o gün bile bile yerini karanlığa bırakmıştı böyle bir şeyi görmeyi hazmedememişti. Çünkü bahtiyar kaybolan hayvanları aramaya çıkarken güneşin erkenden battığını fark etmişti. Bulutlar yoğunlaşmıştı alaca karanlıkta tam neredeyse acı gözyaşlarını üstümüze akıtacaktı. Bütün taş yürekler yumuşamış adeta pamuğa dönmüştü.

Hani çaresizlik dedik ya köylüler muradı annesini ve babasını doktora götürüyorlar. Doktor bu cesedi otostopu ye alıyor ve doktorun kullandığı ilk cümle şu oluyordu.

Anlaşılan o ki bu çocuk bir gün aç kalmış. Su ise içmiştir ikinci gün açlıktan kıvranırken gidip bir taşın altında uyumuştur ondan sonra bu kartalların saldırısına uğramış, kol ifadeleri şunu gösteriyor ki çocuk en son yüzünü korumaya çalışmış. Çünkü gelen darbelerin %40 sadece gözlerine gelmiş. Onun içindir ki bu çocuk aç ve bitkin olduğu için kendini koruyamamış, ama bu sadece tahmin olarak nitelendirilebilir.

Bu çocuğun böylece vahşi bir şekilde ölmesi, hem köyleri hem de gören insanları şoke uğratıyordu. Bahtiyar alaca köyünden olan bir gence bu çocuğun nasıl kaybolduğu hikâyesini sormuştu. O genç ise şunları anlatmıştı.

—kardeşim bak sana anlatayım, murat’ın annesi sabah erkenden kalkmış hayvanları sağmak için köyden uzak bir yerde hayvanları sağma yeri var oraya gitmiş bu çocukta annesinin peşine düşmüş, onların evinde de başka kimse olmadığı için hiç kimse fark edememiş, annesi aceleden onu babaannesine emanet edememiş. Gerçi annesi gittiği saatlerde çocuğu yatıyormuş. Hâlbuki yatağında kıvranan çocuk o an uyanıkmış. Neyse bu murat annesinin ardından ağlaya ağlaya gidiyormuş, en son bizim çocuklardan biri onu köyün çıkışından görmüş, zannetmiş ki bu çocuk gideceği yeri biliyor karışmamış en son gören de o çocuktu. Ondan sonra tam saat 12.00 de öğrendik ki çocuk kayıptır annesi bize geldi o kadar ağlıyordu ki insanın ağlamaması elden değildi. Diyordu ki ‘’ben çocuğu evde görmeyince nenesinin yanına gittiğini düşündüğüm için aramadım bilmiyordum ki oraya gitmemiş nenesi geldi eve bana dedi ki murat’ım uyanmış mı an anladım ki murat’ım kayıptır Allah rızası için onu gören var mı ‘’ağlaya ağlaya bunları söyledikten sonra bütün köylüler artık murat’ı aramaya çıkmışlardı. Dağ taş demeden her yerden arıyorduk gece olmuştu karanlık çökmüştü. Herkesin elinde el feneri’’murat murat’ diye bağırıyorlardı. Ama ne yaptıksa ne ettikse onu bulamadık çaresiz boynu bükük eve döndük (anlatan gencin gözünde yağmur misali yaşlar dökülüyordu.)annesi sabaha kadar eve gelmemiş dağlarda taşlarda hiçbir çalılık bırakmadan o tatlı o sevecen murat’ını aramıştı.

Yemin ediyorum ki bizim köyde o kadar ölü çıkmasına rağmen ilk defa köy bu kadar sessiz bu kadar ürkütücü duruyordu. Sabaha kadar hiç kimse yatmamıştı. Hatta bazı köylüler yani bazı büyüklerimiz gece erkenden ellerinde el fenerleri ile çıkmışlardı. Köyde hiç kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. O gün ne gündü o gün ne vefasız bir gündü. Yatanlar rüyada kalmak istiyor hayatın hep gerçek bir rüya olmasını istiyordu. Adeta ölüm uykusuna yatmak istiyorlardı. Gece o geç saatlerde murat’ın annesinin ‘’murat’’ diye bağrışı bütün köyü büyük bir endişe ve acıya sürüklüyordu. Kulaklarımızın zarı patlıyordu. Analar evde ağlaya ağlaya çocuklarına sarılıyordu. Erkekler ise açık açık ağlamamak için kendilerini zar zor başka odalara atıyordu. Yemin ediyorum ki arkadaş o sabah çoğu erkeklerin dudaklarını ısırmış olduğunu herkes fark ediyordu. Sabah olduğunda hiç kimse işe gitmedi herkes çoluğu çocuğu ile askeriyesi ile her yerde onu aramaya başladılar. En son onun hakkında bulabildiğimiz tek şey murat nehrinin üstünde yüksek bir uçurum vardı o uçurumun başında bir tane sporunu gördük. Başka hiçbir şeye denk gelmedik. Artık herkes murat’ın murat nehrine düştüğünü tahmin ediyordu. Bütün köylüler ve askeriye el ele verip murat nehrine girdiler boydan boya sıralanmışlardı. Tam 2 km gittik ama bulamadık ne yaptıksa olmadı. Çaresiz çaresiz eve geleceğimiz zaman annesi murat nehrin kenarında kendini yerden yere vuruyordu…

 

Murat nehri sen allı bir gelinin matemli yüzünü andırırsın

Dem yaşamış yıllara meydan okurcasına kimi zaman sessiz akıp giderken, kimi zaman nice gelinleri alıp götürürsün

  Acımazsızcasına vefasız olduğun söylense de birçok gece alacakaranlığa güneş olursun

Vadileri aydınlatır ve onlara ışık olmaya çalışırsın

Boynunu büküp dalgın dalgın yol alırken bile, kendi halindesin

Sen dokunmadıkça

Sen incitmedikçe

Murat’ım sana dokunmaz

O ne sana dokunur

Ne de seni incittir

Çünkü

En ağır sevdalıların yolu sende geçer

En çok hicran gözyaşı dökenlerin uğrağı sensin

Ana ağıtlarını matemlerle yüzleştiği meydan da sensin

Gözyaşlarımızın sel gibi yol kattettiği güzergâhın kapısı senden geçer

Sen hem dertlilerin hem de divanelerin dostu oldun

Nice insan gelip derdini sana döktü

Nice gelinler gelip seninle birlikte gitti

Matemli insanların yegâne sırdaşı sen oldun

Güneşle bazen bir dost görünür bazen de

Güneşe sırt çevirirdin

Yani güneş gündüzleri ışınlarını senin üzerine vermeye çalışırken

Geceleri seni alaca karanlıklarla baş başa bırakırdı

Bazen imdadına ay yetişir

Bazen de rahvan atlar gibi yalnız koşuşturursun

Ve bazen de olur ki bir bulut gibi gölgeleyeceğin toprakları beklersin

Hem o an hırçınlaşırsın

Kara bulutlar gibi hızlı hızlı

Yol almaya başlarsın

Şimşekler çakarcasına hareket edersin

Daima ağlayacak toprakları beklersin

Sevdasından divane olmuşçasına

Kimsenin seni anlayamadığını düşündüğü an

Öfkelenir etrafına zarar vermeye başlarsın

O dem öyle bir dem olur ki;

Nice gelinleri alıp götürürsün

Nice damatlara kan kusturursun

Kimisini dışarı atarken kimisine de hayatı zindan edersin

Şimdi yavrucuğum sana gelmiş

Onu incitmeyesin

Onu kırmayasın

 Ben biliyorum Kİ sen kızdın mı adeta insanı yeryüzünde silersin

İnsanı bir meçhul edip gönderirsin

Ah be biz sevsek bile sen sevmesini bilmezsin

 Ama kızdın mı yutmasını bilensin

Allı murat

Şanlı murat

Ne olur sözüm iyi dinle murat

Sen her çeşmeden beslenirsin

Nice ovada gelir geçersin

Her güzelden bir tat varken

Sen onlardan can alırsın

Ah be allı murat şanlı murat

Hicran gözyaşları döktüren murat

Ak saçlı ihtiyarları ağlatan murat

Saf çocukları yetim bırakan murat

Benim murat’ı benden alan murat

Zalim murat şefkatsiz murat

İnsanlara kan kusturan murat

Ne olur oğlumu bana geri ver

Kurban olduğum murat

   Murat’ın annesi nehir kenarında bu feryatlı şiiri bir sitem misali ağıtlaştırarak okuyordu. Herkes ağlıyordu askerler köylüler ak saçlı ihtiyarlar hepsi bir bir ağlıyordu o gün mahşer gününe döndü.

Hele bir şey vardı ki murat’ın babası İstanbul da inşaatlarda çalışıyordu ona tam olarak murat’ın kaybolduğu haberini vermemişlerdi. Sadece ‘’murat çok hasta gelip şehre götür’’demişlerdi. Adamda tek çocuğu murat’ı canından çok seviyordu iki günlük yolculuktan sonra köyüne gelmiş köyde hiç kimseyi göremeyince büyük bir korkuya kapılmıştı. Hemen çantasını eve bırakmış sadece oğluna aldığı güzel oyuncakları yanına almıştı. Köyde sadece bir deli kalmıştı. Onu görmüş o deli murat’ın nehre düştüğünü söylemesi üzerine babası koşa koşa nehrin kenarına gelmişti. Herkesi orada gören Hüseyin amca hemen eşinin yanına geldi. Eşini feryatlar içerisinde görünce büyük bir kriz geçirdi. Kendini paramparça ediyordu onu bir türlü tutamıyorlardı. Eşinin yanına koşuyordu.

—yalan deyin

  Bu yalan deyin

Murat’ım ölmemiş deyin yoksa ben kendimi öldürürüm. Bana yalan deyin!’’

Eline aldığı taşları toprağı murat nehrine fırlatıyordu. Murat nehrine öyle bir sitem ediyordu ki herkes kulaklarını tutmuştu duyup ağlamamak için. Onun geldiği zamanı hatırlıyorum o an benim için ölmek olsaydı hemen ölmek isterdim bahtiyar kardeş.

Hüseyin amca nasıl dağın başında göründü. Bütün köylüleri büyük bir feryat tuttu. İlk defa gördüm bu kadar yüksek sesle erkeklerin ağladığını bütün erkekler ‘’eyvah

Eyvah biz öleydik de bugünü görmeyeydik’’diyorlardı tam on tane köylü Hüseyin amcaya koştu zapt etmek istediler ne yaptılar olmadı. Adam kendini parçalıyordu. Onu durduramıyorlardı.’’murat’’diye bağrışı adeta yeri göğü inletiyordu. Onun bu halini gördükten sonra ben o an ölümün bizlere ne kadar yakın olduğunu anladım, hem de gayet çok iyi anladım. Ama kim bilir belki ömrümde görebileceğim en büyük acı bu oldu. Hele babası aldığı oyuncakları bir bir murat nehrine atarken

İnsan görmeliydi. Hem feryadı figan ediyordu. Hem de aldığı güzel hediyeleri bir bir atıyordu.’’

  İşte böyle bahtiyar ondan sonra akşam olduğunda sizin hasan ağa köylülerden birini arayınca durum daha kötüye gitti. Çünkü şimdi ki durum murat nehrininkinden daha acıklı daha kötüydü. Çocuğun vahşi doğa hayvanları tarafından param parça edilerek yenilişi insanın içini ürpertiyor. Adeta insanın kafa oynatmasını an meselesi yapıyordu. Böyle durumda olmayı hiç kimse istemezdi. Hüseyin amcanın ailesi evi ocağı yıkıldı artık.

Bahtiyarla bu genç böyle kısa bir söyleyişten sonra birbirinde ayrılıp vedalaştılar. Bahtiyar bu olayın şokundan kurtulmak için erkenden yatmak istedi. Yatağına doğru giderken evin penceresinde Asya'nın baktığını gördü ona bir el sallayıp odasına geçti. Böyle kötü bir günün etkisinden kurtulmak için en iyi şeyin uyku olduğunu biliyordu. Hızlı bir şekilde odasına geçti. Odasına giderken bile hüngür hüngür ağlıyordu. Sevdiği kız Alev'in ölümünden de bu kadar ağlamıştı. O zamanda ölüm ona bu kadar yakın bir yerden geçmişti. Konuk komşu herkes Alev için gelmişti. Ama kurtuluş olmadı mı Allah verdiği canı tekrar almak istedi mi ne çare kim bir şey yapabilir ki.

 Feryadı figanlar dışarıda halada kopuyordu. Murat’ın babası seyisler gibi ağlaya ağlaya bayılmıştı. Alaca geyiklerin gözlerinden daha güzel gözlere sahip olan orta boylu kalem kaşlı, kara gözlü, başında yırtık bir yazma yer alan 30 veya 32 yaşlarında olan annesi de feryadı figanlar içinde düşmüştü. Hastane de onlara sakinleştirici iğne yapılmıştı. Ama yine de baygın duruyorlardı o kadar ağlamışlardı ki gözleri şişmiş ağlamaktan bitkin bir hale düşmüşlerdi. Köylüler zor bela bunları köylerine götürüyordu. Cenazeyi alıp gece çok geç saatlerde yani sabaha doğru bir vakitte Alaca köyüne ulaştırdılar. Yolda arabalar kovboy halinde hareket ediyordu. Her arabada feryatlar yükseliyordu. Ağıtlar birbirinin ardın sıraya düşmüş dertli divane bir halde söyleniyordu.

O köylüler cenazelerini alıp götürdükten sonra hasan ağa köyüne döndü

Artık sabah olmuştu bahtiyar erkenden uyanıp sürüyü önüne kattı içinde büyük bir boşluk olduğunu biliyordu. Korkak ve ürkek bir ceylan misali hayvanlara yanaşıyordu. Anlaşılıyordu ki bahtiyar dün akşam ki olayın şokunu atlatamamıştı. Sürünün önünde rahvan atlar gibi koşuşturan zağar köpek tek heyecanlıydı. Ve aynı zamanda çok keyifliydi. Sürünün etrafında gidip geliyordu.

   Ahmet amca ve diğer işçilerden yavuzda kalkmışlardı. Onlarda dün akşam ki olayı atlatamamanın etkisindeyken Ahmet amca bahtiyar’a

—oğlum sen sürünün yanına gidiyorsun ya ne olur dağda bayırda yatmayasın tamam mı?

—Ahmet amca ben zaten yatamam böyle büyük bir facia gördükten sonra artık uyku bana haram

—bahtiyar hayvanları günde en az iki üç defa say arasında kayıp olmasın sonra çok zor duruma düşersin.

—ben zaten sayıyorum

—tamam, hadi görüşürüz

—size kolaylık gelsin amca

—sağ olasın

Bahtiyar sürüyü önüne katıp uzun yola düştü. Hasan ağanın kızı pencereye çıkıp gizliden perde arkasında bahtiyar a bakıyordu ta ki bahtiyar kaybolana kadar. Ondan sonra dönüp kahvaltısını yapıyordu. Bir ara annesine:

—anne bizim bu çoban kimin nesi okulda okuyormuş bu işi becere biliyor mu?

—kızım o hem çok ağır başlı hem de çok efendi biri ilk defa bunun döneminde hayvanlarımız tok dönüyor o kadar süredir buradadır daha bir gün benim yüzüme baktığını görmedim. Vallahi şunu diye bilirim ki ben başka bir yerde bununla karşılaşsam o beni tanımaz. Çok küçük yaşta babasını kaybetmiş, o annesi ve iki küçük kız kardeşi geçinip gidiyorlarmış. O hem okul okuyor hem de ailesine bakıyormuş.

—vay be anne peki bu halde okuya biliyor mu?

—Asya çocuk okuduğu okulda en başarılı öğrenciymiş. Aynı zamanda okulunda çok mu çok seviliyormuş. Yani okulun en gözde öğrencisiymiş

—helal olsun vallah

—ha kızım ben bu çocuktan bir şey anlamadım o da buraya geldiğinden beri çok dalgın olmasıdır. Kimseyle fazla konuşmaz Ahmet’ten öğrendiğime göre çok kitap okuyormuş ve her zamanda günlük tutuyormuş.

Asya artık hayallere dalmıştı bahtiyara hayranlığı biraz daha artmıştı. Artık âşık olduğunu tahmin ediyordu. Âşık olmaktan çok korkmasına rağmen âşık olmuştu işte. Hem de yanlarında çalışan fakir bir çobana. Aşk budur işte ne ferman dinler ne de başka bir şey.

 Bahtiyar hayvanları dağın yamacına salmıştı. Eline kavalını alıp ‘’Bingöl şewti mıj dumane negri negri daye negri’’(Bingöl yandı sis dumandır. Ağlama ağlama ana ağlama)parçasını çalıyordu. O kadar yanık çalıyordu ki o çevrede olan diğer gavanlar(çoban) bile yerinde donup kalıyordu çaldığı parçalar bitene kadar.

Sonra da yanık sesi ile uzun havalar çekiyordu. Öğlen olununcaya kadar öğlen vakitlerinde sürüyü yakın bir yere getiriyorlardı. Kadınlar gelip hayvanları sağıp dönüyordu. O gün hasan ağanın hanımı yanında kızı Asya ile birlikte gelmişti. Ayşe teyze hayvanları sağarken Asya da bahtiyarın yanına gelmişti. Bahtiyara yanaşıp:

Slam bahtiyar nasılsın’’dedi

Bahtiyar da güzel bir gülümseme ile:

—teşekkür ediyorum sen nasılsın

—iyilik işte ne yapalım eğlenip vakit geçiriyoruz

—güzel bir şey

—e bahtiyar sen bu işte çok zorlanıyor musun?

—hayır, önceden de yaptığım için zorlanmıyorum ama dünkü olay beni çok sarstı. Halada onun etkisindeyim.

—hiç sorma ya ben de ömrümde ilk defa böyle büyük bir acıyla karşılaştım. İnan ki akşam yatamadım sanki duvarlar üstüme geliyordu. Toprak ölüm için beni konuşturmak istiyordu.

—çok zor bir durum Allah o acıyı dağın başındaki kurtların bile başına getirmesin.

—bahtiyar senin okul hayatında başarılı biri olduğunu duydum. Sabah sen giderken anneme sordum o anlattı.

—o kadar başarılı biri değilim sadece derslerime düzenli çalışıyorum ve koyduğum hedeflere ulaşmak için gayret gösteriyorum.

—biz paralı okullarda okuyoruz siz ise para bulmakta zorlanıyorsunuz aynı zamanda siz alın teri döküyorsunuz biz ise babalarımızın cepleri ile geçiniyoruz. Allah sizin yar ve yardımcınız olsun.

—teşekkürler.

Bahtiyar Asya'nın bu konuşmalarını pür dikkat dinlemişti. Onun bu kadar düşünceli empati kuran biri olması ve insanlar arasında ayrım yapmaması gibi özelikleri taşımasından dolayı kendisinden çok memnun olmuştu. Zengin olup paralar içerisinde okuyan bir kişinin böyle düşünceli konuşması gerçekten insanı mutlu ediyordu. İnsanlar arasındaki anlaşmazlığın parasal nitelikle kaideli olmadığını gösteriyordu.

Asya hiç konuşmadan bahtiyara bakıyordu. Anlaşılan onu çok sevmeye başlamıştı. Sevmek: bu kelime insanın yüreğini dağlatır. İnsanı olur olmaz hayallere sürükler gâhî gündüz gâhî gece dar yollarda, patikalara sürükler. İnsanın yutkunmasını önler, insanın nefes alıp vermesini bile zorlaştırır. Yardan uzak olma insana ölümlerden, sırtından kanlı hançer izlerini görmeden her gün vücudunun bir değil bin parçalara bölünmesinden daha zor gelir. Hele bir de sevgili ile yan yana olup derdini anlatamama insan için zakkum ağacından binlercesinin boğazı yırtıp delmesinden bin çeşmeden zehirli ırmaklar akıtan gözlerin suyunu içmekten daha zor gelir. Sevmek küheylan misali olan atın arkasında iz sürmeye benzer. Rahvan atların sahra çöllerinde dörtnala gitmesine benzer.

İşte Asya da dediğimiz bu sevdaya tutulmuştu. Bahtiyarın yanında ayrılmak istemiyordu. Bir an olsun gitmek istemiyordu. Yanlış anlaşılmasa köylerde laf dolaşmazsa her gün her saat onunla dağ bayır demeden dolaşmak isterdi.

Her dem onun yanında olup kokusunu almak bile onun için saraylarda yaşamaya al mermerli nakışlı şatolarda yaşamaktan daha güzeldi.

Sadece bahtiyarın ona bir bakışı ise yüreğe saplanan bin hançerden daha etkiliydi. Ve yüreği daha fazla kanatırdı. Böyle bir aşkın etkisinden kurtulmak insanın uçsuz bucaksız çöllerden susuz kalıp kurtulmasına benzerdi. Bahtiyar Asya için bir şeyler hissetmiyordu ama ona baktığında Alev'ini hatırlıyordu. O canından çok sevdiği her dem onunla aynı nefesi solumak istediği aydan da güzel kalem kaşlı dilberdudaklı Alev'ini özlüyordu. Ve bu Asya yi ona benzetiyordu. Onun için bazen o kıza baktığında kendini kaybeder biraz dalardı. Aşk insana zehirli tatlı şerbetini böyle içirirdi.

Belli bir zaman sonra bahtiyar yemeğini yemek için Asya'dan izin isteyip biraz uzak bir yere gitti. Utanıyordu, onun yanında yemek yemeye, yemeği ise bir adet soğan iki domates, tuz ve bir kofada ayrandı.2 adette ekmek vardı. Bahtiyar çeşmenin başına geçtiği yemeğini yiyordu. Asya ise yerinde dona kalmıştı. Öylece dalıp gitmişti. Kara kara düşünüyordu. Birden yanına iki kız arkadaşı geldi. Salına salına bir yürüyüşleri vardı. Aralarında komik bir şeyler anlattıkları belli oluyordu çünkü kadar gülüyorlardı ki neredeyse yere yığılı vereceklerdi. İkisi de orta boylu az kilolu, on sekiz yirmi yaşlarında olan iki genç kızdı. Yavaş yavaş Asya’nın yanına geliverdiler. Tokalaştıktan sonra Asya:

—iki cadı yine ne konuşuyorsunuz böyle güle kırıla geliyordunuz

Onlardan ismi kader olan:

—hiç biraz eski anıları açtık da yaptığımız yaramazlıkları anlatıyorduk.(tekrar gülmeye başladılar) Asya:

—e neymiş bunlar biraz anlatın bende duyayım

—Olmaz Asya

Kader tam susmuşken Ayşe devreye giriyordu.

—Asya biliyor musun sabahtan beri neyin tartışmasını yapıyoruz

—hayır, nerden bileyim

Kader Ayşe ye kaş göz işareti yapıyordu ‘’sakın söyleme’’manasında Ayşe ise hiç dinlemiyordu.

—biz sabahtan beri şu çeşmenin başında ekmek yiyen genç var ya onu nasıl tavlayabileceğimizin hesaplarını yapıyoruz(o an Asya adeta beyninde vurulmuşa dönmüştü. Sanki başında kaynar sular dökülmüştü. O an kalbinden bin hançer yemişe dönmüştü.)aynı zamanda şarta girmişiz o genç ikimizden hangisini severse diğeri ona ilçeden bir hatıra defteri ve bir kolye alacak

Asya:

—ikinizde kaybederseniz ne olacak

Kader:

Biz mi ha ha hay yesinler onu bize hayır diyecek genç daha anasının karnından doğmadı.

Ayşe: biz bugüne bugün istediğimizi başarırız

Asya ise bu iki şımarığın yanında bulunmaktan dolayı kendinden utanıyordu. O kadar sıkılmıştı ki neredeyse patlayacaktı. O an her olduysa oldu. Bahtiyar Asya ya bir şeyler söylemek istiyordu onu çağırdı.

Asya bahtiyarın bu el sallayışını gördükten sonra hemen koşa koşa yanına gitti. Ayşe ve kader ise bu hareketi gördükten sonra bir Osmanlı tokadı yemiş gibi yerinde dona kaldılar. Adeta dut yemiş bülbüle döndüler o an birde Asya'nın koşarak gittiğini görmeleri onlar için artık buzların çözüldüğünün bir göstergesi oluyordu. Artık yüzler maskelerini indiriyordu. Onlarda anladılar ki karşılarında çok çetin bir rakip var.

Asya ise bahtiyarın yanına varmıştı bile bahtiyar Asya ya: Asya sana biraz kaval çalayım mı?

Asya o kadar sevinmişti ki neredeyse yerinde uçacaktı.

— inanmıyorum ya gerçekten çalar mısın?

—evet, çoktan beri çalıyorum sen yeter ki istediğin parçayı söyle ben hemen çalarım

—tamam, olur benim için sıkıntı yok

Bahtiyar eline kavalı almıştı. Başladı

‘’bu tepe pullu tepe’’den döktürmeye o kadar güzel çalıyordu ki Asya kendini dünyanın en mesut insanı görerek hayaller âlemine dalmıştı. O kadar mutlu olmuştu ki bir an kendini mıncıkladı ‘’Allah’ım ben rüyada mıyım’’diyordu. Bahtiyar o kadar güzel çalıyordu o çevrede hayvanları sağan bütün kadınlar kızlar oraya toplanmaya başladı. Herkes işi gücü bırakıp çeşmenin başına gelmeye başladı. Bahtiyar ise türküden türküye geçiyordu. Hem kavalını öttürüyor hem de türkü söylüyordu. Asya da ona eşlik etmeye başladı. Özelikle bir türküyü o kadar güzel söylüyorlardı ki. İnsanın saatlerce tekrar söyletmesi kâfi geliyordu’’sevdim bir köylü kızını’’bu türküyü o kadar güzel söylüyorlardı ki yürekler parçalanırcasına herkes o ikisini büyük bir hayranlıkla izliyordu. İkisi aynı zamanda o kadar bir birlerine yakışıyorlardı ki hiç kıskanmamak elden değildi. Ayşe ve kader de oraya gelmişlerdi. O kadar kıskanıyorlardı ki çok şişen bir balona toplu iğne dokundurduğunuzda hemen patlaması misali. Neredeyse çatlayacaklardı. Tam yarım saat boyunca türkü söyleyen Asya ile bahtiyar artık yorulmuşlardı. Bahtiyar kavalı yere bıraktı ve hayvanları kaldırmak için hareketlendi. Kadını kızı herkes o gün mest olmuştu. Ona teşekkür edip oradan ayrıldılar. Asya ise ömrünün en mutlu gününü yaşamıştı. Bahtiyarla birlikte sürüyü hareketlendirdi. Ve bugün için bahtiyara teşekkür ettikten sonra oradan ayrıldı. Kadın milleti bu ya bir laf ağızlarına düştü mü artık onların ağzından çıkması imkânsız olur. Bu da öyle bir meseleye dönmüştü artık. Herkesin ağzında bahtiyar ve Asya vardı. Köylülerin dillerine düşmüşlerdi artık.

 Bahtiyar ise her şeyden habersiz sürüyü şerefin derinliklerine doğru götürüyordu. Alacakaranlık misali olan yerlerden geçiyordu. Sırtında erzakı, elinde kavalı, dilinde ise meçhule giden gemiler misali ayrılık türküleri dökülüyordu. Sürü ise büyük bir sessizlik içerisinde onu takip ediyordu. Sanki bir sürü yokta o sürünün yerinde dağlar taşlar duruyordu bahtiyar türkü söylediği zaman hepsi bir seksizlik içerisine girerdi. Sefine dağının yamaçlarına doğru sürüyü yayan bahtiyar yemyeşil ve buz gibi olan gözelerden su içiyordu. Hem de kana kana kim bilir belki de bu onun buradan son içişi olacaktı.

Asya ise köyde annesinin yanında onunla birlikte nakış örmeye çalışıyordu. Köy kızlarının hepsi için nakış yapma çeyizlik hazırlama en büyük erdemlerden ve yapılması gereken en önemli şeylerden biri sayılırdı. Asya da annesi ile birlikte nakış yapmaya çalışıyordu. Ama hep aklında canından çok sevdiği bahtiyar vardı artık ona deli gibi âşık olmuştu. Annesi de onun bu hareketlerinde ki değişikleri fark ediyordu. Hele bir de bahtiyar in bahsi açıldı mı Asya'nın heyecanlı dinleyişleri onun gizemli dünyasını açığa çıkarmaya başlamıştı. Asya kimsenin farkında olmadığını düşünse de sabahları hemen kalkıp onun ardından bakması ve akşamları geliş saatleri yaklaştığında evden çıkıp o yola doğru geziler yapması onun sırlarını bir bir ele veriyordu.

Ahmet amca ise bugün herkesten farklı olarak bir iş yapmaya çalışıyordu. Yakaladığı keklikler için çok özel bir kafes yapmaya çalışıyordu. Yani ağanın yanındaki işini unutmuş kendini kafes yapmaya vermişti. Asya’nın her gün gelip yolları gözlemesi ve bahtiyar geldiği zaman sevinçten havalara uçması onun bile gözlerinde kuşku uyandırmıştı.

Bahtiyarı çok seviyordu her zaman her yanında bulunuyordu hatta bir gün bahtiyarın annesi ve kardeşlerini çiftliğe getirmek için ağadan izin istemişti. Ağa da onların gelmesi için izin vermişti. Ahmet amca yarın yola çıkıp bahtiyara sürpriz yaparak annesi ve iki cici kız kardeşlerini getirmeye gitme planı yapmıştı. Onun için yapacağı kafesi ve yakaladığı keklikleri götürüp onlara hediye edecekti. Anlaşılan oydu ki bahtiyarı çok güzel bir sürpriz bekliyordu.

Hasan ağa ise her hafta bahtiyarın ailesine harçlık gönderiyordu. Onların durumunun çok kötü olduğunu biliyordu. Onun için onlara her dem için yardım elini uzatacağına dair hanımına söz vermişti. Çünkü bu fikir ağanın hanımında çıkmıştı. Ağanın hanımı çok yumuşak huylu nazik ve nazmenin bir insandı. Fakir insanlar için yapmayacağı hiçbir şey yoktu.

Ahmet amca onun için hızlı hızlı işlerini yapmaya çalışıyordu. Çünkü bahtiyarın annesini ve kardeşlerini görmeye gidecekti.

Bahtiyar her şeyden habersiz sürü otlatıyordu akşam vakti olmuştu artık hayvanlarını alıp evin yolunu tuttu. Ama ana ve kardeş özlemi yüreğini yakıp yıkıyordu. Adeta tarumar ediyordu.

   Hayvanlar çiftliğe yaklaşınca Asya tekrar pencereye çıkıyor bahtiyarın geldiği anı izliyordu. Bahtiyar yaklaştığı vakit pencereden ona el sallıyordu. Bahtiyar ise gülümsemeli bir tebbesüm ile ona cevap veriyordu. O an kader ve Ayşe de yolda geçiyorlardı. Şakacıktan yolunu değiştirip bahtiyarın olduğu yoldan geçmeye karar verdiler. Aslında onlar bir plan dâhilinde hareket ediyorlardı. Yani planlarını yapmışlardı. Tam yolun kenarında bahtiyarla karşılaştılar. Asya da pencereden olanları izliyordu. O kadar sinirlenmişti ki o ikisini bir kaşık su da boğsa doymayacaktı. Bekledi, durumun nasıl olacağını görmek için Ayşe ve kader ise bahtiyarın yanına gelip nazik bir eda ile:

—Selam bahtiyar nasılsın’’dediler

 Bahtiyar da nezaketli bir hal ile:

—teşekkür ediyorum sizler nasılsınız’’dedi.

Kader hemen kurnazlığını ortaya dökmeye başladı:

—bahtiyar sen güzel kaval çalıyorsun ve bir o kadar da güzel türkü söylüyorsun. Vallahi inanamadık.

—bahtiyar onların yüzüne bakmadan:

—iltifat ettiğiniz için sizlere teşekkür ediyorum

Ama ben bu kadar iltifata layık biri değilim Asya ben den daha güzel söylüyor. Bence bu iltifatları ona yapsanız daha iyi olur.

Kader ve Ayşe'nin morali bozulmuştu. Bir anda yüz ifadeleri değişti. Neredeyse maskeler yüzlerden çıkacaktı. Asya’nın kuyusunu kazmak için her yolu denemeye karar vermişlerdi. Bir de bu sözü duyduktan sonra artık ona açıktan açığa savaş açmışlardı.

Bahtiyar konuşmama anını fırsat bilerek:

—arkadaşlar beni sorduğunuz için çok teşekkürler gitmem gerek sürü dağılır. Ondan sonra başa çıkamam. Hele bir de bugüne kadar benim dönemimde hayvanlar başkasının arazisine hiç girmemiş. Öyle bir şeyin olmasını da hiç istemem. Ondan dolayı benim hemen gitmem gerekir.’’dedi ve hemen oradan ayrıldı.

O an iki kızın benzi sararıp solmuştu. Hiç bir şey demeden yollarına devam ettiler. Pencerede olan Asya ise olanları dakika dakika izliyordu. Onlar gittikten sonra hemen aşağı inip bahtiyarın yanına geldi.

—bahtiyar hoş geldin’’dedi

Bahtiyar onu görünce hemen sevindi. Ve birazda gülümseyerek

—teşekkürler. Asya nasılsın günün nasıl geçti.

—benim ki iyi asıl senin gününü sormak gerekir. Çünkü sabahtan akşama dağlar başında ovalarda kayalıklı yerlerde güneşin kızıştığı anlarda gölgesiz yerlerdesin. Senin bu günün nasıl geçti.

—iyidir Asya takılıp gidiyoruz

Aslında Asya'nın aklı fikri bahtiyarla o iki cadı arasında geçen konuşmalardandı. Artık kendini tutamıyordu.

—bahtiyar bizim köylü iki kız biraz önce senin yanına geldiler ya onlar seninle ne konuştu.

—onlar mı? Hiç ya bana çok güzel türkü söylediğimi söylediler. Yani anlayacağın biraz iltifat yapmaya kalktılar. Ben de onlara bana bu kadar iltifatı yapacağınıza gidin Asya’ya yapın dedim. Çünkü o daha güzel söylüyordu dedim. Ondan sonra onlar hiç konuşmadan gittiler

Asya artık rahat bir nefes almıştı. Derin bir ‘’oh’’ çektikten sonra:

—iyi ki onlara öyle cevap vermişsin. Hep benim kuyumu kazmaya çalışıyorlar. Onlarla alıp veremediğim hiçbir şey de yok. Biraz dedikoducu insanlardır. Arkamda konuşup dururlar.

—boş ver onları Asya sen kendine bak insan her şeyi takarsa o zaman hayatın hiçbir anlamı kalmaz ki insan hep kuşkuyla yaşamak zorunda kalır.

—doğruya en iyisi insanın boş vermesi

—Asya şimdilik görüşürüz benim hayvanları saymam lazım

—tamam, görüşürüz bahtiyar

—görüşürüz

Bahtiyar hayvanları saydıktan sonra gelip eve geçti anlaşılan çok yorulmuştu. Yemek yemeden hemen biraz uzanıverdi. Ahmet amca gelip bahtiyarı kaldırdı:

—bahtiyar kalk ne oldu böyle uzandın hem de hiçbir şey yemeden

—Ahmet amca çok yoruldum ben biraz dinlensem iyi olur.

—tamam, sen bir çay iç yorgunluğunu kaldırır. Hadi kalk

—bahtiyar Ahmet amcaya itiraz etmek istemiyordu. Çünkü onu çok seviyordu hemen kalkıp üstüne başına düzen verdikten sonra oturup sıcak bir çay içtiler. Ondan sonra bahtiyarla arkadaşları dışarı bir iki tur attılar. Biraz dolaştıktan sonra gelip erkenden yattılar. Çünkü sabahları erkenden işlerine gidiyorlardı. Bahtiyar yatağa uzandığında bir o yana bir bu yana kıvranıp duruyordu. Uykusu gelmiyordu, büyük bir kuşku ve çaresizlik içerisindeydi. Yani içinde büyük bir stres vardı. O gece tam üç saat boyunca yatağında kıvranmıştı. Yatmıştı yatmasına yine her zaman gördüğü rüyayı görüyordu. Ama bu defa babası ona şart koşuyordu.’’oğlum yarın gelip bize yetişmen gerekir yoksa annen onlar gelip seni götürecekler senin kesinlikle gelip bize yetişmen gerekir. Biz seni bekleyeceğiz. Ondan sonra annesi uzaktan ellerini açıyordu ‘’bahtiyarım gel elimden tut buralardan gidelim’’diyordu. Ama ne yaptıysa olmuyordu tam annesinin ellerini tutacakken annesi gözden kayboluyor babasının elini tutmuş oluyordu. Ondan sonra bir sürü kurt yanlarına gelip gidiyordu.

Bahtiyar sabahları uyanıp bu rüyanın etkisinden zar zor kurtuluyordu. Ama işte bugün öyle bir gün değildi bahtiyarın rüyanın etkisinden kurtulması hiç kolay olmuyordu. Bacakları titriyordu. Aklında büyük bir ölüm korkusu vardı. Ne yapacağını bilemiyordu.

Sabah erkenden kalkıp kahvaltısını yaptı. Evi temizledi. İki üç defa Ahmet amca onlara baktıktan sonra hızlı bir şekilde evden ayrıldı. Sürüyü alıp yola düştü. Asya yine pencereye çıkmış ona el salıyordu. Bahtiyarda aynı şekilde karşılık veriyor. Ondan sonra tekrar yoluna devam ediyordu. Tam şerefin derinliklerine doğru gelirken aklına yine ölüm korkusu geliyordu. Şaşırmıştı, ne yapacağını bilmiyordu. Sanki işi gücü çokmuş gibi hızlı hızlı hareket ediyordu. Sürüsü otlanırken kendisi sefine dağının yamacın gidip o soğuk gözelerden kana kana su içiyordu. Sonra gözenin başına oturup kara kara düşünmeye başlıyordu. Aklı he dün akşam gördüğü rüyadaydı. Neden babası ona ‘’oğlum yarın kesin gel, seni bekliyoruz ‘’demişti. Bahtiyarın aklı fikri bu sözlerdendi.

O gece Asya’da ilginç bir rüya görmüştü. Rüyasında bahtiyarın kendisi ile vedalaştığını görmüştü. Yalnız bir şey vardı ki Asya’nın aklını hep o şey karıştırıyordu. O da rüyada bahtiyarın bembeyaz elbiseler içerisinde olmasıydı. Yani beyaz kefenlere bürünmüş olan bahtiyarı görmesi onun rüyadan çığlık atarcasına bağırmasına sebebiyet göstermişti. Ondan sonra sabaha kadar yatamamıştı. Rüyasını da hiç kimseye anlatmamıştı. O korku ve endişe ile sabah hemen pencere önüne gelip bahtiyarı görünce ona el sallamıştı.

Ahmet amca bahtiyargillerin köyüne gidip sürpriz olarak annesi ile iki cici kız kardeşi olan hasret ile Keziban’ı getirecekti. Yola da düşmüş olan Ahmet amca onların köyüne yakın bir yere gelmişti bile.

Bahtiyar ise her şeyden habersiz öğlen olduğu için sürüyü sağılmanın olduğu meydana getirmişti. Kadınlar kızlar hep gelmişlerdi. Asya da annesi ile birlikte gelmişti. Anlaşılan son bir defa bahtiyarı görecekti. Bahtiyar da son bir defa onları görecekti. Asya sabırsızlıkla beklerken bir de baktı ki karşıdan bahtiyar ve sürüsü geliyor o an Asya derin bir bir nefes alıyordu. Çünkü rüyanın etkisinden kurtulamamıştı. Bahtiyar gelince selamlaştılar ondan sonra biraz tur atmaya başladılar Asya bahtiyar’a:

—biliyor musun bugün benim içimde çok büyük bir korku var.

—Asya benim de öyle, çok korkunç rüyalar görüyorum. Hem de çoktan beri hiç kimseye söyleyemiyordum.

—boş ver bahtiyar günümüzü karartmayalım. Bugünün nasıl geçti.

—durgunlukla çelişkiyle ve büyük bir stres ile geçti. Gerçi daha öğlen ama ne yapalım böyle karamsar olmakta varmış.

—bahtiyar bize kaval çalacak mısın? Vallaha ben tek istemiyorum bugün görüyor musun köyden ne kalabalık gelmişler. Onlar hep seni dinlemek için buradalar.

—tamam, çalarız haydi öyleyse gidelim

Asya ve bahtiyar çeşmenin başına geldiler bahtiyar kavalını çalmak için hazırlığını yaptı kavalı eline alıp çalmaya başladı. O çalıyordu Asya ise türkü söylüyordu. Kadınlar kızlar hep onları dinlemeye gelmişti herkes işi gücü bırakıp onları dinliyordu. O kadar güzel birbirlerine eşlik ediyorlardı Kia an o çeşmenin yanındaki ağacın başında olan kuşlar bile ses çıkarmıyordu. Hiç bir hayvandan ses çıkmıyordu. Hepsi yerinde dona kalmıştı.

Ama bir şey vardı ki insanın aklına kuşku düşürüyordu. O da bahtiyarın çaldığı bütün parçaların ayrılık ölüm üzerine olması idi.

Asya bile bunu fark etmişti. Hatta bir defasında bahtiyar ‘’ölüm ölüm olsaydı’’türküsünü çaldığında Asya kızıp:

—bahtiyar ne olur şu türküleri değiştir. Bugün hep ayrılık ölüm türküleri çalıyorsun ben korktum vallaha.

—bahtiyar türküleri değiştirmişti. Biraz daha çaldıktan sonra bahtiyar artık kavalı bırakıp sürüyü kaldırmak için hareket ediyordu. Giderken şöyle bir dönüp Asya’ya:

—Asya biliyor musun sen çok iyi birisin. Seni tanıdığım için kendimle gurur duyuyorum gidişte gelmemek var onun için hakkını helal et

Asya büyük bir şaşkınlığa düşmüştü. Ne diyeceğini bilemiyordu. O an içinden sanki bir parça kopmuştu. Şaşkın şaşkın bahtiyara baktı. Daha sonra:

—bahtiyar ne vedalaşması, ne helalleşmesi sen ne demek istiyorsun sanki gidip gelmeyecekmişsin gibi konuşuyorsun. Ne olur bir daha böyle bir şey deme olur mu?

—tamam olur.

Asya ile bahtiyar ayrıldılar bahtiyar sürüyü alıp yine yollara düştü. O yüksek kayalıklı o sarp dağların olduğu, bir insanın geçmekte sorun yaşadığı o mor dağların yamacına doğru hayvanları sürdü. Zağar köpek ise yine en öndeydi. O bile bugün miskin hareket ediyordu. Sürü o dağlara doğru gitmek istemiyordu lakin bahtiyar önde olduğu için onlar arkasından gitmek zorunda kalıyorlardı.

Ahmet amca bahtiyar gülün köyüne gidip annesi ile cici iki kız kardeşlerini alıp getirmişti. Kız kardeşleri o kadar sevinçliydi ki birbirlerinin ellerine çakıp duruyorlardı. Anneleri de bu sürprizden çok mutlu olmuştu. Şunu anlamıştı ki onlar çocuklarına iyi davranıyorlar.

Hasret annesine dönüp:

—anne bugün ağabey yi göreceğiz değil mi?

—evet kızım

Keziban hemen söze karışıyordu.

—Ahmet amca bahtiyar ağabeyime söyleyin bana defter kalem alsın.

—tamam, kızım zaten o çalışıyor ya hem size defter alacak hem de kalem kitap.

—biliyor musunuz amca biz ağabeyimizi çok özledik o evde olduğunda hep onunla oynardık o gittikten sonra biz doğru düzgün hiç oynamadık. Çünkü annem bahtiyarın gidişinden sonra hep ağlıyordu. Akşamları yatakta ağlarken onun gözyaşları üzerimize düşüyordu. Biz ıslanıyorduk ama belli etmek istemiyorduk ama bak bugün onu göreceğiz.

—artık hiç ağlamaya gerek yok nede olsa ağabeyinizi göreceksiniz.

Hasret ve keziban sevinç içerisindeydiler. Mutlulukta arabada oynaşıp duruyorlardı. Yolcularda anlayışlı oldukları için hiç kimse bir şey demiyordu.

Asya gülün evinden de büyük bir hazırlık yapılmıştı. Özelikle Asya bu sürprizden çok memnun olmuştu. Çünkü canından çok sevdiği erkeğin ailesini görmek isterdi. Annesinden daha çok çalışıyordu. En güzel yemekleri yapmak için elinden gelen her şeyi yapıyordu.

    Artık vakit akşama yakın bir vakitti. Bahtiyar hayvanları getirmek için harekete geçmişti. Sürüyü önüne katıp eve doğru geliyordu. Dilinde ‘’dağlar seni delik delerim’’türküsü vardı. Biraz geldikten sonra nasıl arkasına döndüyse, o sarp o kayalıklı tek patika yollu dağın yamacında beş altına koyun gördü. Hemen köpeği yanına alıp onları getirmek için var gücüyle koşmaya başladı. Çünkü gün gittikçe kararıyordu. Artık güneş batmak üzereydi. O yüksek başında duman eksik olmayan dağın yamacına gidip hayvanları getirmek Azrail ile oyun oynamaya benzerdi.

  Aslında bahtiyar gitmek istemiyordu. Oraya gitmekten çok korkuyordu ama hasan ağanın kendisine çok iyi davranmasından dolayı, ona karşı mahcup olmak istemiyordu.

Hava artık kararmıştı. Bahtiyar o dağın yamacına vardığında o altı tane koyun orada duruyordu. Tam yanlarına varmıştı ki koyunlar ani bir korku ile kaçtılar. O tehlikeli dağın zemheri doruğu olan arka yüzüne geçtiler. Bahtiyar ise peşine düşmüştü. Artık ister istemez ağlamaya başlamıştı. Çünkü bu dağların korkulu yüzünü biliyordu. Koyunların peşinden dağın arka yüzüne geçti. Zaten o sarp kayalıklı dağın arka yüzüne küçük bir patika yoldan geçilebiliyordu. Bahtiyar dağın arka yüzünden koyunları gördü onların önünü kesip geri çevirdi. Tam geleceği sırada dağın yamacında kurt ulumaları duyulmaya başladı artık bahtiyarın dizleri tutulmaya başladı. Şaşırmıştı ne yapacağını bilmiyordu. Kendisi altı koyun ve bir de o zağar köpeği vardı. Zaten köpek o korkuların habercisi olarak onlara her şeyi önceden haber verircesine sürünün etrafından gidip geliyordu. Çünkü tehlikenin kokusunu almıştı. Bahtiyar hızlı hızlı koyunları kovalarken kurt sesleri de git gide yaklaşıyordu. Öyle bir yere gelmişti ki aşağısı büyük bir uçurum insan düşerse havada param parça olup yeni aşağı düşer. Yani böyle yüksek bir uçurum var zor taşlara tutuna tutuna geçiyordu. Tam o sırada kurtlar onun ve koyunların etrafını sardı. Koyunlar korkudan kaçarken hepsi bir bir uçurumdan aşağı düşüyordu. Yalnız bahtiyar ve zağar köpeği kalmışlardı. Kurtlar bunların etrafında yay çizip dönüyorlardı ve aynı zamanda git gide yaklaşıyorlardı. O zağar o çelimsiz köpek bir aslan kesilmişçesine sahibinin etrafında dört dönüyordu. Yani bahtiyarı kurtlara karşı korumaya çalışıyordu. Bahtiyarın arkasından saldırmak isteyen kurtta o zağar köpek hemen o kurdun üzerine saldırı verdi. Köpek ve kurt birlikte uçurumdan aşağı düşü verdiler. O an zağar köpek aşağı düşerken sahibine öyle bir dertli bakıyordu ki, insanın içini yakıyordu. Artık bahtiyar ve dört tane kurt kalmıştı. Bahtiyar artık geri dönüşü olmayan uzun bir yola girmişti. Bir den her gece rüyasında gördüğü yerin burası olduğunu fark etti hatta ve hatta rüyasında gördüğü kurtların bile aynı kurtlar olduğuna kanaat getiriyordu. Kurtlar onun etrafında fır dönüyordu. O ise elinde kavalı bağırıp çağırıyordu yardım istiyordu ama bu sarp kayalıklı dağların başında kim olur ki. Normalde gündüzleri bile kimse buralara gelemez yılanı kartalı ve kurdu korkusundan dolayı. Hüngür hüngür ağlayan bahtiyarı kurtlar paramparça ediyordu. O an sadece bir iki parça elbisesi kalmıştı. O sadece öleceği zaman son anda kelime i şahadetti getire bilmişti.

 Bahtiyarın annesi ve kardeşleri çoktan köye ulaşmışlardı. Ama bahtiyarın gecenin bu saatine kadar gelmemesi hepsinden büyük bir telaş uyandırmıştı. Sonra hayvanların yalnız başına eve doğru gelmesi bütün köylüleri harekete geçirmişti. Alaca karanlıkta bütün köylüler yollara düştüler o dağlara doğru gidiyorlardı. Bahtiyarın annesi de onların içerisinde idi o d ise hep ağlıyordu. Anlamıştı ki kesin bir şey olmuştur. Asya da bahtiyarın annesinin kollarına girmişti. O da hüngür hüngür ağlıyordu. Çünkü bahtiyarın bugün kendisi ile helalleşmesinden korkmuştu. Anlamıştı. Onun başına bir şeyler gelecek diye. keziban ve hasret ise köyde kalmışlardı. Onlarda ağabeyleri gelmediği için ağlıyorlardı. Çünkü bütün köylüler bahtiyarın ya bir dağda yuvarlandığına ya da kurtlar tarafından yenildiğine kanaat getiriyorlardı.

Köylüler hızlı bir şekilde o sarp kayalıklı dağlara doğru yol alıyorlardı. Hepsi’’bahtiyar’’diye bağırıyordu.

Ahmet amca ise hepsinden ayrı bir yere doğru gidiyordu. Çünkü bahtiyarın o tarafa doğru gidebileceğini düşünmüştü. Çobanlığının ilk gününde ister istemez hayvanları oraya gitmişti. Akşam Ahmet amcaya bu dağdan çok korktuğunu anlatmıştı.

Ahmet amca o patika yoldan geçerken kurt hırıltılarını gördü. Pompalı tüfekle bir el ateş etti. Kurtlar kaçtı. Hemen koşa koşa oraya vardı. Baktı ki ne görsün birkaç kemik ve bir kaçta elbise parçası kalmıştı. Hemen ağlamaya başladı. Köylülere haber vermek için bir iki el havaya ateş açtı. Bütün köylüler koşarak oraya doğru geldiler. Baktıklarına inanamıyorlardı.

Herkes ağlıyordu.

Herkes dehşete düşmüştü.

Hele bir de kavalı vardı ki oda bir taşın yanında dik bir şekilde duruyordu.

Köylüler o parçaların üstüne bir iki ceket atıp getirmeye başladılar. Annesi gelip olanları duydu. Arkasında hemen kriz geçirdi. Oğlunun öldüğüne inanmıyordu. Aynı zamanda annesi ile birlikte Asya da bayılmıştı. Belli bir zaman sonra annesi ve Asya bahtiyarın öldüğüne gerçekten inanmak için o yeri görmek istediler. Zor bela annesini oraya götürdüler. Annesi bahtiyarın kemiklerinin üzerindeki ceketleri kaldırdıktan sonra oğlunun böyle bir vahşet sonucunda öldüğünü gördükten sonra öyle bir bağırdı ki’’bahtiyarım’’ tam neredeyse yer yerinde oynayacaktı ve kendini uçurumlardan aşağı bıraktı. Bütün köylüleri feryadı figanlar aldı ağıtlar öyle bir yükseliyordu ki. Ak saçlı ihtiyarlar o günün mir beyleri şamataları hepsi hüngür hüngür ağlıyordu. Bütün insanların üzerine büyük bir korku sisi çökmüştü. Köylülerden birçoğu bir bir bayılıyordu.

  Hele bir Asya vardı ki o saatlerce kendine gelemiyordu.

Köylüler iki cenazeyi bezlere sarıp köye doğru getiriyorlardı.

Keziban ve hasret ise bu dünyada yalnız başlarına kalmışlardı. İkisi bir birine sarılıp hüngür hüngür ağlıyorlardı. Acı haber tez duyulur ya duymuşlardı ki anneleri ve ağabeyleri ölmüş. Anlamışlardı ki artık bu dünyada yalnız kalacaklarını.

 Asya’yı eve getirmişlerdi. Asya hiç susmuyordu. Gidip o iki cici kıza sarılmıştı. Ve hüngür hüngür ağlıyordu.

Köylüler bu iki cenazeyi kaldırdığında o köy mahşer yerine dönmüştü. Sanki o an orası o köy değil de mahşer alanı olmuştu. Hasan ağa, Ahmet amca, Ayşe teyze hepsi bu şokun etkisinde ve ayrılık gözyaşları akıtıyorlardı.

Birkaç gün sonra hasan ağa bu iki kızı kendi nüfusu üzerine geçirmek için savcılığa başvurmuştu. Artık hasan ağa ve hanımı Ayşe bunlara manevi anne ve babalık yapacaklardı.

Asya’da buralarda kalmanın artık mümkün olmadığını düşündüğü için keziban ve hasreti kendisi ile birlikte İstanbul’a

 Götürmeye karar vermişti. Arabada da hüngür hüngür  

Hüngür hüngür ağlıyordu. Hele keziban ve hasret artık annesiz ve abisiz kaldıklarını düşünmeleri, onlar için ölümlerden beterdi.

Asya onlara kol kanat gerip onları okutma sözü vermişti.

İlerde dediğini de doğrulayacaktı.

İkisi de okuyup birer öğretmen olup kendi köylerine dönüp orada eğitim vermekteydiler. Asya ise ondan sonra hiç evlenmedi bunlar öğretmen oldukları senelerden iki üç sene sonra bir kaza da öldü.

          

                                         Son

Hasan amcanın gösterdiği hikâye kitabı böylece sona ermişti. Üç genç(Ahmet, Mehmet ve âli )bu hikâyeden o kadar etkilenmişlerdi ki okuduklarında ağlamamanın imkânsız olduğunu naçar anlamışlardı.

Hasan amcanın hikâyenin geçtiği yerin ise bu köy olduğunu söylemesi bu arkadaşlardan büyük bir şok etkisi yarattı. Bahtiyarın çobanlığını yaptığı kişi ise hasan amca(yani hasan ağa)idi. o hala da yaşıyordu. Bu acılı hayatları anılaştırmıştı.

Üç arkadaşın av yaptıkları dağlar ise bahtiyarın kurtlar tarafından yenildiği dağlar olması ise işin bir başka ilginç yanıydı. Elemanlar müthiş bir gece geçirdikten sonra diğer gün o dağları bahtiyarın öldüğü yerleri gezdikten sonra geldikleri ocağa dönüyorlardı.

Hasan amca ise biraz yalnızlık yaşadıktan sonra o da dönecekti şehre.

 

 

 SİİRKOLİK.COM

 

 

 

 

 
HİCRAN
 


Bu sayfayı nasıl buldunuz?
iyi
çok iyi
fena değil
kötü

(Sonucu göster)


GAZETELERİMİZ
 
TAKVİM
 

İller Arası Mesafe
 
TV Seyret
 

 
Bugün 29 ziyaretçi (36 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol