GÜL YÜZLÜ VADİDE GÜLLER KANIYOR
ASLAN KAYA
RAHMAN VE RAHİM OLAN ALLAH’IN ADIYLA
ŞEREF YAYLASI
( Kitabımın girişinde güzelim şeref yaylasına yer vermek istedim. Türkülere konu olan şerefi mısralarda canlandırmak istedim.)
Şeref: Ağyar çiçeklerin yer aldığı, seyavetin üst seviyede olduğu, bezirgânların kol gezdiği, güneşin ise an be an gark olduğu ve aynı zamanda mahbüblerin cemallerinin kendini gösterdiği, ardların ve dünya yaylarının en güzelidir. Kimi zaman insanlara bir kadeh içerisinde tatlı aşk şerbetini sunarken, kimi zaman da tatlı aşk şerbetine ağyarı katar ve insanlara kan kusturur.
Bilirim ki Şeref; hiçbir şeye feragat etmezsin. Allı gelinlerin huzurunda arbedeye girmezsin. Hani bir aile olur ya çocukları önünde kavga etmez. Hani bir aile olur ya evlatlarını nazik büyütür, sende işte öylesin. O kadar narinsin, o kadar naziksin ki ne bir insanı incitirsin, ne de Murat gibi yürekleri dağlatırsın.
Pınarlarında akan sular berrak ve duygu yüklü olur. Toprağın ise tam da Üstat Veysel’in bahsettiği sadık yar olan kara topraktır. Ama Şeref’im, sen de bilirsin ki tek sadık yar bir tek yüce Allah’tır.
Binlerce insan on binlerce sürülerle sana misafir gelir. Sen ise bağrın açar onlara dost olur, yaren olur, iyilik yanın gösterirsin. Senin sofrana gelen misafirlerin sohbeti nazlı yar olur. Yemekleri ise aşk ve sevgi olur.
Bazen şeyda bülbüller sana gelir. Senin toprağında umut ağacının sevgi dalına konar, dağlarında kan ağlayan gülüne divanesel acıklı türküler okur. Bazen de olur ki şeyda bülbül sana ölümüne ağıtlar yakar:
Seyyahı bir bülbül olayım.
Şeref yaylasına konayım.
Gülümden ayrı düştüğüm an,
Şerefin dağlarında donayım.
(Aslan KAYA)
Gör ki onlar sana yakılmış birçok güzel ağıtlardan yalnızca biridir. Sen o ağıtların mis kokulu suları ile beslenirsin. Ozanların sarı tellerine düşer dilden dile dolanırsın. Şairler senin divanına gelir, sen onlara ilham kaynağı olursun. Ozanlarından birinin şu söyleyişi sana ne kadar önem verdiğini gösterir:
Sen soğuk ayazların zemheri yaylası olsan,
Ben seni bağistandaki allı güllerle yeşertirim.
Sen kızıl dağlarda çorak bir toprak paresi olsan,
Ben yağmur olur gözyaşları ile seni yeşertirim.
Sen üstündeki mor dağlarından utanırsan,
Ben allı ir dağ gülü olup sana hayat veririm.
Kara toprağın üzerine beyaz gelinliği salarsa,
Ben kardelen çiçeği olup o gelinliği yırtarım.
Sen allı bir gelinin matemli yüzünü andırırsan,
Ben dem yaşamış yıllarınla seni ağlatırım.
Sen yükseklerde akan billur sularınla aldanırsan,
Ben bir sahra çölü olur, güneşim ile seni kuruturum.
Şunu unutma ki;
Sen karın altında bir parça kara topraksın.
Ben ise üstünde yaşayan şerefli bir ozan Aslan’ım.
Ne seni senden alır ne de seni sana bırakırım.
Değerini bil yeşillerden yeşil, güzellerden bin güzel, mis kokulu havası, berrak pınarları olan Şeref.
Kimse sana kem gözlerle bakmasın. Anadolu senin değerini senden iyi bilsin. Senin toprağında beslenen sürü, Allah’a şükür etmeyi öğrensin. Bezirgânlar(Tüccar) senin üzerinde çalım caka atmasın. Ben seni çok sevdim onlarda seni sevmeyi bilsin.
KARDELEN ÇİÇEĞİM
Mağrur kalma, altında karın.
Ne olur başın kaldır, kardelen çiçeğim.
Nedir bu sitemin hem ahu zarın,
Ne olur başın kaldır, kardelen çiçeğim.
Bak şu sümbüle ve nevruza,
Laleye güle ve de nergise,
Baş kaldırmışlar mağrurca bize,
Ne olur sen de uyan, kardelen çiçeğim.
Bülbül gelmiş gülü için ötüyor,
Kanayan yarasına dikenler batıyor.
Soğuktan donmuş, yerde yatıyor.
Ne olur başın kaldır, kardelen çiçeğim.
Bu gelinlik toprağındır. Değildir senin,
Sararıp solmuş ince ve nazik tenin,
Bugün çalı ve dikenler almış yerin,
Ne olur başın kaldır, kardelen çiçeğim.
GÜL YÜZLÜ VADİDE GÜLLER KANIYOR ADLI ESERİN YAZILIŞ TARİHİ
‘’Gül yüzlü Vadide güller kanıyor’’ adlı eserimi, Solhan ilçesinde bir okulda okutman olarak görev yaptığım dönemde yazdım. Eserimi oluştururken, özelikle bizim yöredeki insanların çekmiş olduğu çileleri, sıkıntıları, bazı insanlarımızın yaşadığı sefaletleri göz önünde bulundurarak yazmayı uygun gördüm. Akşamları saat 20.30 da başlardım yazmaya bazen gece 23.00’a kadar yazmaya devam ederdim. Bazı anlarda olurdu ki gece bana harap olurdu. Dertlerimle baş başa kalırdım. Eseri yazarken kendimi tutamayıp ağladığım anlar çok oldu. Yani bu eser için çok gözyaşı döktüm. Özelikle görev yaptığım okul öğretmen ve öğrencilerinden manevi olarak çok büyük bir destek gördüm. Sıkıntılar içerisinde bu eserimi bitirmiş oldum.
TAKDİM:
Yazarlık ve şairlik hayatımda Yaşar Kemal ve Yunus Emre’nin büyük bir etkisi vardır. Bu etkilenme öncelikle şiire yansıdı. Ondan sonra yazarlık üzerinde etkili olmaya başladı.
Şiir hayatına henüz küçük yaşlarda iken atıldım. O zamanlar Ercişli Emrahlar, Yunus Emreler, Karacaoğlanları okurdum. Özelikle saz üstatlarından çok etkilenirdim hiçbir zaman onların programlarını kaçırmazdım. Âşık Veysel, Mah suni Şerif gibi değerli saz üstatlarının kasetlerini çok dinlerdim.
Böylece hayatım büyük bir canlılık içerisinde akıp giderdi.
O dönemde kendimi büyük bir aşkla okumaya vermiştim. Birçok roman okudum. Her zaman ilçe halk kütüphanesine gider kitap alırdım. Kutadgubiligler, İnce memedler, Vadideki Zambakları, hep o yaşlarda okudum. Bunların içerisinde en çok etkilendiğim yazar ve eseri ise hiç tartışılmaz bir şekilde Yaşar Kemal olmuştur. Özelikle İnce Memed romanı üzerimde büyük bir etki yaratmıştır.
Üstat Yaşar Kemal’in romanlarının üzerimde bu kadar büyük bir etki bırakması, iyiden iyiye beni hikâye yazmaya zorluyordu. Bu zorlama ise bana gayet sevindirici bir haberin öncülüğünü yaptığını gösteriyordu.
Kendime küçük yaştan beri koyduğum hedeflerime adım adım yaklaşmaktayım. Sizlerin desteği ile bu hedefleri başarmaya çalışacağım.
İleriki zamanlarda yepyeni hikâyelerle ve yepyeni şiirlerle huzurlarınızda olmak dileği ile.
Aslan KAYA
HAYATIM:
Aslan KAYA 1984( asıl doğum1986)yılında Bingöl’ün Solhan ilçesinin Doğu yeli köyünde dünyaya geldi.1992 yılında zorunlu göç sebebi ile(heyelan bölgesi) Solhan ilçesine göç etmek zorunda kaldılar. Bu sebebiyetle Solhan ilçesinin yeşil ova mahallesine yerleşen KAYA ailesi, çocuklarının okuması için varını yoğunu ortaya koydu. Kaya ilköğrenimini Öğretmen Veli Tuğa İlköğretim Okulunda orta öğrenimini ise Solhan Lisesinde yaptı. Daha sonra üniversite hayatına atılan Kaya Erzurum Atatürk Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünde okumaya hak kazandı. Bu üniversitede mezun olmadan (sevgi bahçesi, göç çığlıkları ve KPSS hazırlık şifre kitabı)adlı eserleri yazdı.
Okul hayatını birçok başarı ile taçlandıran Kaya, Atatürk Üniversitesinde okurken dört yıl içerisinde, âşık olduğu saza meyil gösterip büyük bir çaba harcayarak kısa bir zamanda sazı öğrendi. Bunun meyvesi olarak şimdi birçok beste yapmaktadır. Böylece ozanlık yönünü daha çok ön plana çıkarmaktadır. Yaptığı bestelerden bir kaçı (çaresizim, olur mu böyle, kurban olduğum gülom, ay yüzlü sevdiğim, gözlerinde yaş akar…)
Şimdi ki hedeflerinden biri ise: Türk edebiyatına damga vuran Şair ve Yazarlar arasına girmek ve halk ozanı kimliğini alıp kaset çıkarmaktır.
GÜL YÜZLÜ VADİDE GÜLLER KANIYOR
Üç arkadaş, Alaca karanlığın olduğu bir ovaya gelmiştik. Kurt izleri ve baykuşların bağırtısının dışında hiçbir şey yoktu. Bacalar tütmez ocaklar sönüktü. Evlerin çoğu harap insanlar bir olarak bu ellerde göçmüştü. Ağaçlar kurumuş, nehirler donmuştu. Kar beyaz gelinliği ile toprağın üstünü örtmüştü. Bizler sessiz sedasız ve korkuyla yol alırken, garip bir yere gelmiştik. Ne tüten bir baca görünüyordu. Ne de bir ışık vardı. Artık bu gece kurda kuşa yem olacağız derken, aniden bir evde az da olsa ışık belirtisini fark ettik. Çok üşüdüğümüz için hemen o eve yöneldik. Büyük bir heyecanla kapıyı çaldık.
Bir iki dakika sonra elinde av tüfeğiyle ihtiyar, ak saçlı, kara gözlü, 60 ve 70 yaşlarında tertemiz elbiseli, Elinde kalınca bir kitapla güzelcik bir adam belirdi. Hepimiz önce korktuk, sonra adamın yüzündeki gülümseyişi görünce birazcıkta olsa nefes alabildik. Ben hemen söze başladım:
—Selam un aleyküm amca ‘’
—aleyküm selam ‘’ dedi.
—Amca rahatsız ettiğimiz için özür dileriz. Biz bu köyün yabancısıyız. Üç arkadaş ava çıktık bir tavşanın peşinde… Kelime mi tam bitirmeden ihtiyar adam:
—önce bir içeri geçin soluklanın ve ısının bir çay içelim. Ondan sonra konuşuruz nerden gelmişsiniz ne yapıyorsunuz diye.
’’ evime hoş geldiniz’’ dedi.
Ben de konuşmamı kestim. Arkadaşlarla birlikte hemen içeri daldık. Çünkü konuşacak durumda değildik. Çok üşümüştük, kaşlarımız kirpiklerimiz hepsi buz tutmuştu. Ayaklarımız adım atacak halde değildi.
Ak saçlı ihtiyar adamın evi eski virane bir evdi. Ama bacası tütüyordu ya o bile bize yeterdi. Ocağın başına geçip biraz da olsa ısındık. Evde başka kimsenin olmadığını fark ettikten sonra bu adamın yalnız başına kaldığını anladık. Ve birazda olsa şaşırdık. O an çay suyu da ateşin üzerinde harıl harıl kaynıyordu. İhtiyara yardım edip çayı demledik.
Köylerde sandalye olmadığı için küçük kürsüler olurdu. O kürsülere oturduk. Çayımızı içtik. Derin bir nefes aldıktan sonra o sessiz ortamı bozmak için söze başladım.
—Amca isminizi lütfeder misiniz’’?
O da ---Hacı Hasan dedi
‘’Hasan amca benim de adım Ali, yanımdaki Ahmet ve senin yanında oturanda Mehmet.
—Biz üç amca çocuğuyuz. Aynı zamanda üniversite okuyan gençleriz. Tatil olduğu için ilçemize geldik. Aramızda kararlaştırıp bugün ava çıkalım dedik ve ava çıktık. Bu sarp kayaların öte tarafına hiç gelmemiştik. Oralarda keklik sesleri geliyordu. Onları avlamak için o dağlara doğru yol aldık. Mehmet:‘’Ali gitmeyelim’’ dediyse de ben hiç takmadım ve birazda maceraperest olduğum için ille de ‘’gidelim’’ dedim. O kekliklerin peşine takıldık aradık aramadık hiçbir yer bırakmadık, ama onları bir türlü bulamadık. Tam dönecekken bir hışırtı duyduk arkamızda, hemen dönüp baktığımızda tavşanın kaçtığını fark ettik. O tavşanın peşine düşüp ta buralara kadar geldik ve tavşanı da gözden kaçırdık.
Artık akşam olmuştu. Kurt, ayı korkusuyla en iyisi bu civara yakın bir köyde kalalım dedik. Onun için en yakın yerin burası olduğunu fark ettik ve bu köye geldik. Allaha şükürler olsun ki sana denk geldik. Yoksa biz bu akşam dışarıda ya kurda kuşa yem olurduk ya da bu zemheri soğuğunda donardık’’. Dedim. Bizleri sessiz sedasız bir şekilde dinleyen Hasan amca dedi ki;
—evlatlarım ben bu köylüyüm. Yıllar oldu şehirlere göçtük. Her sene kafa dinlendirmek için buralara gelirim. Şehir hayatını kaldıramıyorum. O bunaltıcı, o maskeli hayatta yaşamak büyük bir güç ister. İnsan bütün bilgilerini ilham kaynaklarını o zır zeber hayata kaybediyor. Sanayileşme ve fabrika atıkları hayatlarımızı yaşanılmaz kıldı. Ben de bir nevi olsun rahatlamak için buralara takılmayı kendime layık gördüm. Aynı zamanda yazarlık yapıyorum. Şimdi ise bu köyde de kimse kalmamış. Herkes şehir sevdasına kanıp o güzelim havası olan köyleri boşlatıp göçmüş. Hâlbuki ben köyün tezek kokusunu dünyanın en iyi parfümüne değişmem. Benim soframda rakının yerine ekşi bir ayran olsa bile benim için o bir şerbettir. Şarap ise kusturacak inletecek bir zehir. Bir köylü insanın o capcanlı doğal hali, bir şehirlinin maskeli yüzünden kat be kat iyidir.-
Hacı amca içten bir nefes alıp verdikten sonra devam etti. Dedi ki:
—Evlatlar şehirlerde yıllar boyunca komşu komşuyu tanımaz. Bir komşu evinde ölürse bile, diğerinin haberi ya hiç olmaz, ya da ceset kokusunu başka bir koku sanıp rahatsız olurlar. Onun için emniyete ya da belediye ye başvurup o koku için önlem alınmasını istedikleri zaman, o komşunun ölümünden haberdar olabilirler. Evlatlarım hayat dedikleri şey de işte tam budur. Hayat işte buradan ortaya çıkıyor. Kimisine iğnesini sokarken, kimisine de bir arı misali bal yutturur.- Dedi.
Bizim Ali Hasan amca’ya:
—amca bizlerde okulu gurbette okuduğumuz için, zorluklarını birazda olsa çektik. Hani derler ya cefayı çekmeden sefayı göremezsin. İşte biz bunu biraz da olsa anladık. Her şey paragöz olmuş, artık insanlık yerine çıkar öne çıkmış, kin ve nefret artmış, fesatlık ortalığı tarumar etmiş, pis çığlıklar karga sesleri gibi yoğunluk kazanmış, utanma adına hiçbir şey kalmamış, dünyada güvenilecek insan sayısı çokça azalmış. Hayâ kendini uzak enginlere doğru çekmiş.-
Güzelcik ihtiyar başını sallayıp bizim elemana olumlu sinyaller veriyordu…
Sohbetlerimiz biraz uzayıp gittikten sonra, bizim yaşlı, güzel yüzlü, kara gözlü ihtiyar bey amca kalktı ağır adımlarla arka odaya geçti. Arka odanın kapısının gıcırtısı insanın kulaklarını çınlatıyordu. Ve kapının açılması ile orada gelen soğuklar bir nevi kalıplaşmış buzulları andırıyordu. Neyse ki bizim ihtiyar Yazar dede, o odadan hemen çıktı. Biliyorduk o odanın çok soğuk olduğunu onunda orada fazla kalamayacağını. Önümüze birkaç tane kâğıt ve bir kitap getirdi. Sonra bize dedi ki;
’’sizler kötü bir şans eseri olarak buraya geldiğiniz için, bari size burada yaşanmış olan bir hikâyeyi göstereyim’’ deyip bize önce yırtık bir kâğıt verdi ve o kâğıtta şu yazıyordu.
‘’Ey sevgili senin için emsali olmayan bu yemyeşil vadide, cennet misali bir bahçe yapayım. Al kırmızı mermerlerden ortasına bir köşk dikeyim. Hicran gözyaşlarını akıtıp kanallar yapayım. Gülistanlığından şeyda bülbüller şakırdasın. Bülbüller divanında sana methiyeler dizeyim. O yemyeşil bağlarında bin bir gül açsın. Al mermerden olan köşkten billur gibi sular şaklasın. Gül bahçesiyle dört bir yanın süslensin. Ak ellerle yemyeşil vadin sulansın.
Ey sevgili piri fani ihtiyarlardan medet ummayım. Abı hayat olan Ummanlara dalayım. Senin için sahra çöllerinde bin bir gün aç susuz kalayım.
Sen istemedikçe ben Azrail ile boğuşayım. Bin yıl güneş, ay görmeyeyim. Kalbimde kanlı hançer izleri dolaşsın. Sana doğru gelen mızraklar senden utansın. Gece karanlığı aydınlatan ay seni gördüğünde seni kıskansın. Ben sensiz olamam sende bensiz olmayasın.’’
Ben hemen söze karışıp dedim ki:
—Hacı amca bunlar neyin nesi, ne güzel yazılmış böyle. Ondan sonra Hacı amca elindeki kitabı gösterip ve birazda gülümseyerek, onun sayfalarını karıştırdı. Bize dedi ki:
— sizin geldiğiniz bu dağlarla olan bir hikâyenin küçük bir parçası şimdi dinlemek ister misiniz? Biz de hiç durmadan hemen ‘’evet’’dedik. Çünkü çayımızı da içmiştik. Birazda olsa rahat bir nefes alıp dinlenmiştik. Böyle bir hikâyeyi dinlemek bizim için kaçınılmaz bir fırsat olacaktı. Hacı amca okumaya başladı. Bizler ise çaylarımızı içip dinlendiğimiz için ve aynı zamanda okunan o küçük paragrafın etkisinden daha kurtulamadığımız için, bu kitabın hikâyesini gerçekten merak etmeye başlamıştık. Sabırsızlıkla okumasını bekliyorduk. Bizim ihtiyar güzel yüzlü adam yavaş okumaya başladı.
ı
izi lutfedermisinizin söze karıştım sonra r olurdu sındık uz dedin hemen söze başladım
neldik büyük bir heyecanla kapıyı
Kitap şu sözlerle başlıyordu.
GÜL YÜZLÜ VADİDE GÜLLER KANIYOR
Aşk ateşin içerisinde olan bir güle benzer.
Dokundun mu yanarsın, uzaklaştın mı donarsın. Aşkta sevip kavuşamama en önemli erdemdir. Gül, güzel yüzlü kızların kullandığı sürmelere benzer. O sürmeler çekildi mi aşk kendiliğinden yarene doğru yola çıkar. Yaren de bir yolcu misali sevgiliyi bekler.
Sevgili dünyanın ortasında tek başına dolaşan bir bülbül gibidir. Seven ise yabani bir gülü andırır. Seyyah olup ardın sıra düşer. Kavuşma anları onlar için şerbet ayrılık zamanı ise bir zakkum bitkisinin zehrini kusturur.
Sevgi ise umut bahçesine dikilen bir meyvedir. Meyveleri aşk ve hasretliktir. Yeşermesi için aşk şerbeti verilir. Bitmesi için ise köküne baldıran zehri katılır.
Ay yüzlü kız; dudağı dilberdudağı, kaşları kalem gibi, yüzünde gamzeleri olan, saçları yumak yumak dokunmuş, bakışlarıyla bir değil bin sinemi yakan, konuşurken ağzında şeker kırıyor gibi olan yardır.
İşte benim tatlı temaşa Şerefim aşkı, sevgiyi, huzuru, örfü, adedi, namusu, hayâyı içerisinde barındırırdı. Yani Şeref eskiden ozanlara bir bade suyu niteliği taşırdı. Sanki abı hayat suyu hep ondan geçerdi.
Âşıkların ve maşukların kol gezdiği efsane bir mekândı. Orayı görmek, İremin bahçesinde bir yudum Kevser suyunu içmeye benzerdi. O topraklar çok ihtişamlı ve görkemli bir yerdeydi.
Şimdi ise yanmış, yakılmış böyle susuz çöller abaya hasret yanıyor. Şeyda bülbüller ötemez olmuş. Şemsi genç kızları otta çalışır. Erkekleri ellerinde tırpanlar, ihtiyar bir ana sürü peşinde bir o yana bir bu yana koşuşturur durur. Bulutlar kendilerini sahra çöllerinde sanıp meydanı aylardan beri güneşe bırakmış. Güneş ise var gücüyle ışınlarını insanların üzerine vermeye başlamıştı. Dağlar gölgeye hasret kalmış, güneşten bıkmıştı. Yemyeşil ova sahra çöllerine dönmüştü. O ovada ne bir gül kalmıştı, ne de bir bülbül. Alacakaranlığa baykuşlar yuva yapmış miskin miskin ötüyorlardı. Topraklar bulutlu havalara hasret kalmış, sürüler mera arar olmuştu. Bütün insanları bir telaştır almış. Şerefim şimdi sahipsiz, şerefim şimdi yalnızlıkla boğuşur olmuş. O yemyeşil yayla yerini kupkuru topraklara bırakmış.
Bizler İnsanların alev alev yandığı bu topraklarda rahvan atlarla meçhul bir güzergâh üzerinde yol almışız. Ondandır ki Ne güngörmüşüz ne de mutlu olmuşuz.
Üzerimizde vaveylanlar eksik olmamış. Analarımızın ağıtları yüreklerimizi parçalar,
Kulaklarımızda çınlanırdı. Gözlerine her gün sürme çeken genç kızlar her şeyden habersiz sessizce oturmuş. Derin derin gözyaşları akıtıyordu. Kara toprak yine yağmurdan sırayı devralmış, bir sis gibi çökmüştü. İnsanlar ise onun bu çöküşüyle korkuya kapılmış. Heyecanlı bir telaş içerisine girmişlerdi.
Bunun neye alamet olduğunu görmek için bir bekleyiş içerisine girmişlerdi.
Bu heyecan ve korkuyla ne yapacaklarından habersiz yerlerinde saymaya çalışıyorlardı.
Kimi insan vefasız olurken kimide büyük bir vefa içerisinde kendi etrafında dört dönüyordu.
Kartalların feci bakışları insanların aldanmasına yetiyordu. Keklikler sessiz ve yalnız kalan dağlarda derin derin türküler yakmaya başlamıştı. Bu türküler insanların bu dünyadan kopuşunu adeta simgeliyordu. Bu simgeleyiş insanlara ağır bir yük yükleneceğini gösteriyordu
İnsanlığın yüz simgesinde gözyaşı sal izlenimler yerlerini derin ve anlamlı çizgilere bırakmıştı.
Bu derin ve anlamlı çizgiler her şeyi ortaya döküyordu.
İşte çobanın yüzünden de bu derin yaraların izleri dolaşırdı. Hem de bu gencecik yaşında. Gözleri fal taşı gibi açık dururdu. Kaşları gök kuşağının yaylarını çizmesi gibi o gözleri koruma altına almıştı. Bu alınış o gözlere o yüze o kadar bir güzellik vermişti ki insan kıyamazdı ona bakmaya. Bu çoban bir sürü peşinde dolaşmaktaydı. 17- yaşında olmasına rağmen bu ağır hayatta alışmaktaydı. Bu zorluklarla karşılaşmak zorundaydı. Çünkü evin yükünü o çekecekti. Hem okul hayatını sürdürüyordu. Hem de bu işle uğraşmak zorundaydı. Çoban(BAHTİYAR) mutsuzluk çöllerinde açan filizler gibi görünürdü.
Okulda da çok çalışkan Hemen hemen bütün dersleri en yüksek notlardan oluşan öğrenciydi. Çalışkan efendi ve aynı zamanda güzel yüzlü bir öğrenci olduğu için, birçok kız arkadaşının ilgisini çekmekteydi. Yüzünün sağ yanında bir sır gibi saklı olan bir şey vardı. Sanki yüzüne kalp şeklini çizmişlerdi. Yüzünde o kalp şekli gizli olarak dururdu. Kimse bilmezken sevdiği kıza söylemişti ve sevdiği kız olan ALEV (orta düzeyde bir ailenin çocuğu, çalışkan olmamasına rağmen çok efendi ve güzelliğiyle ön plana çıkmaktaydı salına salına keklik gibi bir yürüyüşü ve ceylan gibi bakışlarından dolayı daima öğrenciler içerisinden farklı biri olarak ortaya çıkıyordu.)bunu duyunca şok olmuştu. Başta inanamamıştı ve dakikalarca Bahtiyarın yüzüne bakmıştı sonra sevincinden yumuşak bir buseyi Bahtiyarın yüzünden çizili olan kalp işaretinin üzerine dokunduruverdi. O an sanki Bahtiyar için her şey bitmiş gibiydi kendini rüyada görüyordu o kadar mutlu olmuştu ki koşa koşa eve geldi. Evin bahçesinde bir ceviz ağacı vardı ona sarılıp dibine çömeldi ellerini açıp yüce Allaha teşekkür ediyordu o kadar mutluydu ki çamurlu toprağı bile yüzüne sürüyordu. Hata ve hata sevinçten gözyaşlarını tutamıyordu hüngür hüngür ağlıyordu çünkü okulun en güzel kızı onun yanağına bir buse kondurmuştu. Bu onun için gurur verici bir şeydi. Bu onun hayatında ilklerin başlangıcı olacaktı. Fakir olmasına çok fakirdi, ama aşkın sınır tanımadığını gayet iyi bilirdi.
Artık Bahtiyarla Alevin yakınlaşması devam ediyordu. Alev Bahtiyarın yanına soru getiriyor, onlar hem soru çözüyor hem de derunisel bir hayal dünyasına geçiyorlardı bakışlar yavaş yavaş etkileyici özeliklerini gösteriyordu. Gözler birbirlerine yöneldiğinde bütün vücuttan ayrılıyor gibi hareketlenme içerisine girerdi
Birlikte soru çözerken birbirlerine o kadar yakınlaşıyorlardı ki kolları bile birbirlerine değdiğinde aralarında elektriklenme olmasına sebebiyet gösteriyordu. İkisi de bu elektriklemenin farkındaydılar. Günleri böyle geçerken kader hep o ikisini bir araya getiriyordu. Alev bir sabah Bahtiyar’ı görmese dayanamazdı. Hemen pencere tarafına oturur, onun yolunu gözlerdi. Ha gelecek ha gelecek diye gözleri fal taşına dönmüş, kalbi güm güm diye atardı. Bahtiyar bahçeye girince, gözleri hemen ceylan gözlü sevdiğini arardı. Onu pencere de görünce anlıyordu ki o yar onun yolunu bekliyor ve o yar onu seviyor. Yüzünde bir gülümseyiş olur ona el salar ve sınıfa girerdi. Dersleri bittikten sonra ikisi bir çayırlıkta buluşurdu. Bu buluşmuşlar hep böyle devam etmekteydi. Her akşam saat 20.00 da birbirlerine buluşma sözü vermişlerdi. Saat 20.00 oldu mu hemen evden fırlarlardı. Aynı saatte aynı yere varırlardı. Kimi zaman ikisinden birinin işi çıkar, biraz geç gelirdi. Yine de birbirlerinden özür dilerlerdi. Çünkü sevdalıyı yalnız bırakmak, aşkta verilen sözü tutmanın çok büyük bir şey olduğunu bilmek gerekti. Onlarda zaten böyle bir şeyi biliyorlardı. Buluşmaları ve tatlı aşk sohbetlerinden sonra ayrılırlardı. En son uzaktan birbirlerine baktıktan sonra içeri girerlerdi. Bu her dem böyle sürecekti. O zamanlar sadece birbirlerini görmekle ve kısa konuşmakla yetiniyorlardı.
Bir gün okuldayken Bahtiyar Alev'i çağırdı. Ve ‘’biraz konuşalım’’ dedi.
Boş bir sınıfa geçip konuşmaya karar verdiler. Bahtiyar Alev’e
‘’Alev sana bir şey soracağım ve sen bana gerçek bir cevap vereceksin olur mu?’’ Dedi.
Alev gülümseyerek ‘’ tamam olur’’
—Alev senin çıktığın biri var mı?
Kız bu soru karşısında biraz şaşırdı. Ve
—Senin soracağın çok önemli soru bumuydu.
—Evet, niye beğenemedin mi?
—Yok, bir şey demedim ki eh güzel bir soru benim hiç çıktığım biri olmadı.
—Peki, çıkmak istediğin biri var mı?
Alev artık kızıyordu. Çünkü o da Bahtiyar’ı seviyordu. Ama Bahtiyar’ın konuşamaması, onu zor durumda bırakıyordu.
—Ya Bahtiyar sen çekiniyor musun ne diyeceksen desene
—Tamam, söylüyorum. Ben senden çok hoşlanıyorum. Benim ile bir ömür boyu birlikte olmaya var mısın?
—Sen ciddi misin, yoksa bu bir şaka mı?
—hayır, gerçek söylüyorum ve çokta ciddiyim.
Alev hiç bir şey söylemeden, hemen sınıftan çıktı ve koşarak gitti. Gözlerinin içi parlıyordu, sevincinden neredeyse havalara uçacaktı. Dersler bittikten sonra arkadaşı Elif ile defterlerini alıp hızlı hızlı eve doğru gidiyorlardı. O sanki havada yürüyordu, bir an bunu fark eden Elif
—Alev sana neler oluyor, bugün hem çok hızlı yürüyorsun, hem de kalbin neredeyse yerinden fırlayacak bana ne olduğunu anlatır mısın?
Alev ise ‘’bir şey falan yok ben zaten mutluyum öyle.
Biraz yürüdükten sonra Alev bir an kendinden geçip
—Elif bizim şu Bahtiyar nasıl biri.
Diye sordu.
Elif anladığı halde anlamazlıktan gelerek ‘’Alev niye konu bir anda şu çocuğa geldi ki’’
—hiç öylesine sordum
—Ya öylemi bence çok iyi aynı zamanda herkesin takdir ettiği biri, biz daha nasıl eleştirebiliriz ki.
—Hayır, eleştirmeye gerek yok ben sadece öylesine sordum o kadar
Sonra birbirlerine bakıp sessizce yol aldılar artık ayrılma noktasına gelmişlerdi birbirleri ile vedalaştıktan sonra, evlerine doğru evlerine doğru gidiyorlardı.
Alev Elif’ten ayrıldıktan sonra sevinçli bir şekilde koşarak eve geldi. Hemen kapıyı açıp içeri girdi. Üstünü değiştirdikten sonra elini yüzünü yıkayıp, yemeğe oturdu. Yemeği yedikten sonra odasına geçip o gün olan sıcak gelişmeleri düşünmeye başladı. Kendi kendine söyleniyordu.’’ biz hep aynı saatte birbirimizi görmeye gittiğimiz halde, o hala da benim onu sevip sevmediğimi anlamıyor’’.sonra biraz güldü: güldüğünde bütün odaya gülücükler saçıyordu. Ağladığı zaman inci taneleri enfes halıların üstüne dökülürdü. Gözlerinde gelen yaşlar nazikçe dökülürdü. Yani hem nazik hem de nazmenin olurlardı. Bu gözyaşları bile birbirlerini incitmemek için yavaş yavaş yol alırlardı. Yatağa uzandığı zaman, uzun saçları yüzünü bir örtü gibi örterdi. O kadar güzel görünürdü ki, insan saatlerce ona bakmaya kıyamazdı. Odasının ortasında küçük bir gül bahçesi vardı. O gül bahçesi bütün duvara yansıtılırdı. Akşamları Alev ise o güller içerisinde bir bağıştan da yetişen canlı bir gülü andırırdı.
Bahtiyar cephesinde ise çok daha farklı gelişmeler yaşanmaktaydı. Bahtiyar Alev'in hızlı gidişini kendisini sevmemesine bağlamıştı. Onun için tarumar olmuştu. Yüreği ile bitmez bir savaşımın içerisine girmişti. Aile durumunun iyi olmamasını da bu Alev aşkı ile bağlandırıyordu. Eve gelip erkence yatağa uzanmıştı. Bu hasretlikle yaşanamayacağını düşünüyordu. Artık okula gitmekten bile utanıyordu. Kara saçlarına sanki tel tel aklar düşmüştü. Utancında yüzü bin bir renge bürünmüştü. Rengi sararıp solmuştu. Yanağının sağ yanındaki kalp şekli bir lamba gibi yanıyorcasına kendini belli ettiriyordu. Gözlerinde dökülen utangaçlık yaşları sefilce yol alıp gömleğine dökülüyordu. Gömleği o kadar ıslanmıştı ki üzerine yağmur yağmışçasına. Yavaş yavaş uyku sersemi oluyordu. Artık gözleri kapanmıştı. Stres o kadar üzerinde yoğunluk kazanmıştı ki artık bu yükü kaldıramayacağını düşünüyordu. Böyle ağır bir sevda yükünün altında uykuya dalmıştı.
Yatağı üzerinde bir al gül gibi duruyordu. Boynu nice gülden farklı bükülmüşçesine kendini gösteriyordu.
Gece yine herkesi ölüm uykusuna almıştı. Her yer sessizliğe bürünmüştü. Sadece kurbağa ve bazı kuş çeşitlerinin sesleri duyuluyordu. Bahtiyar ve Alev ise, erken sabah olur diye hayallerle uykuya dalmışlardı.
Sabah olmuş herkes kahvaltısını yapıp, okula doğru yol alıyordu. Bahtiyar ise utangaç ve stresli bir halde okul yoluna düşmüştü. Alev Bahtiyar’ın ona yaptığı tekliften dolayı sabah neşeli bir eda ile okula doğru yol almaktaydı. Herkes okula gelmişti. Bütün sevdalılarda olduğu gibi Alev ile Bahtiyar’ın kaçamaklı gözleri birbirlerini arardı. Bir ara Alev Bahtiyar’a baktığında şunu fark etti ki; Bahtiyar bir şeylerden ya çekiniyor ya da utanıyordu. Bir ders arasında Alev yanındaki Elif ile birlikte Bahtiyar’a iki tane soru götürdüler. Bahtiyar Alev’e soruyu çözerken Elif yavaş yavaş uzaklaşıyordu. Onlar ise yavaşça birbirlerinin yanına sokulmuşlardı. Elif yeni bir kitap okumakla meşgul oluyordu. Kalem Bahtiyarın elinde iken Alev tam o esnada onun elinden tuttu. Ve sıkıca kavradı. Bahtiyar’ın rengi hemen değişiverdi. O an sevinçten neredeyse ağlayacaktı. O kadar sevinmişti ki yüreğin gümbürtüsüyle adeta baş edemiyordu. Ondan sonra o da bir gözle Elif’e baktıktan sonra yavaşça Alev'in elini tutmaya başladı. Birbirlerinin ellerini sıkı sıkıya tutmuşlardı. Hiç bırakmak istemiyorcasına, bir an Elif Alev’e bir soru sordu. Onlar büyük bir telaşla birbirlerinin ellerini bırakıverdiler. Ama daha sonra tekrar tuttular birbirlerine sevgilerini açıkçasına göstermişlerdi. Artık diller susmuş gözler ve eller konuşuyordu. Birbirlerine bakıp gülmeleri bile onlara her şeyi anlatıyordu. Ders arası zili çalmıştı. Çabucak ayrılıp derse gittiler. Ondan sonra her ders arasında gelip kütüphanede birbirlerini görüyorlardı. Yan yana yürüyüp birbirlerine sadece bir dokunuşları bile onları mutlu ediyordu.
Akşam okul bittiğinde ikisi birlikte eve doğru giderken, birbirlerini hiç bırakmayacaklarına dair yeminler ediyorlardı. Sakatlık olursa, körlük olursa ne olursa olsun, hiç birbirimizi bırakmak yok diyorlardı. İlk defa ikisi birbirlerine’’ seni seviyorum’’u kullanmıştı. Böylece ayrıldılar, yine her akşam olduğu gibi saat 20.00 da birbirlerini görme pahasına pencere kenarlarına geliyorlardı. Bu hep böyle devam edip gitti. Artık âşıklar misali buluşmak istiyorlardı. Nihayet bir gün kararlaşıp buluşmaya karar verdiler. Bu onların ilk buluşması olacaktı.
Onların bu ilk buluşmasında kelimeler yerinde kalıp, adeta yeryüzünde silinmişti. Sadece gözler konuşuyordu. Bahtiyar Alevin gözlerine bakarken, Alev ise onun sağ yanağındaki kalp izine bakıyordu. Sanki ikisinin bu özelikleri birbirlerini tamamlıyordu. Bahtiyar yavaş yavaş Alevin elini tutmaya başladı. Birbirlerinin ellerini sıkı sıkıya tuttuktan sonra neredeyse kalpleri yerinde fırlayacaktı. Çok mutluydular. Birbirlerine bir defa da olsa sarıldılar. Sarıldıktan sonra Bahtiyar methiyeler diziyordu ve yareni olan
Aleve diyordu ki;
—sen gönlümde uçan bir kuşsun. Zarif bir bebek kadar güzelsin. Bazen uçar havalanırsın ve bazen de gelir gönlümde yuva yaparsın… Böyle daha nice nice methiyeler diziyordu. Alev başını onun dizine koymuş, onun yüzüne bakıp susuyordu. Sadece o an ki kuş sesleri ve Bahtiyarın ince ve nazik sesini dinliyordu.
Bir ara Alev Bahtiyar’a dedi ki:
—Bahtiyar sen gerçekten beni çok seviyor musun?
—Evet, hem de çok ömür boyunca asla başkasını sevemeyeceğim kadar.
—ben de seni dillere sığmayacak kadar seviyorum
— biz söz verdik. Bundan sonra küsmek yok, ayrılmak yok tamam mı?
—hı hı söz
—peki, sen üniversite kazanıp buralarda gitsen ben ne yapacağım, o zaman da beni unutmaz mısın?
—hayır, seni hiçbir zaman unutmam ve hiçbir zaman senin yerine başkasını koyamam. Dedi
—Teşekkürler Bahtiyar bende hiçbir zaman senin yerine başkasını koymayacağıma tekrar tekrar yemin ediyorum.
Artık zaman onlar için hızlı bir su gibi akıp geçiyordu. Akşam olmuştu, hemen hazırlanıp ayrıldılar. Artık okul sezonu da bitecekti. Yavaş yavaş son günlere doğru geliyorlardı. Öğretmenler karneleri hemen hemen hazırlamıştı. Bahtiyar yine takdir alıyor ve okulun önünde başarısından dolayı okul müdürü tarafından takdir ediliyordu. O ise önemli bir takdiri de gözlerinin aradığı Alevden bekliyordu. Ama bir türlü sevdiği o kızı göremiyordu. Ödül de aldıktan sonra arkadaşlarının yanına gelip hemen Elif’e sordu
— Alev nerede’’ diye
Elif ’-Alev gece ağır hastalandığı için gelemedi. Dedi
Bahtiyar ise Alev’e bir mektup yazmıştı. Yazdığı mektubu cebinde buruşturuverdi. Biraz boynunu kaşıdıktan sonra, Elif ile konuşmanın doğru olacağını düşündü. Ardından Elif’in yanına tekrar gidip:
—Elif seninle biraz konuşabilir miyiz’’dedi
— Tabiî ki buyurun konuşalım. Bahtiyar
—burada olmaz özel bir konu farklı bir yerde konuşabilir miyiz?
—okey o zaman bizim sınıfa geçelim orada kimse yok vedalaşırmışız gibi yaparak, sen anlatırsın olur mu?
— tamam
Elif ve Bahtiyar birlikte biraz yürüdükten sonra Elifgillerin sınıfına gelmişlerdi. Bahtiyar Elif’e dönüp
—Elif benim sana söyleyeceğim şeyi belki de sen de biliyorsun. Şayet yeni duyuyorsan bilesin ki çok önemli bir konudur. Söz vereceksin aramızda sır olarak kalacak.
—hı hı tamam söz neymiş bu kadar önemli konu.
—ben ve Alev ile ilgili biz çıkıyoruz. Ona ulaşamıyorum ve ulaşamadığım için çok tedirgin oluyorum. Ondan dolayı ona bir mektup yazdım. Bunu ona ulaştırmanı bekliyorum.
—tamam, da niye başkası değil ben götürüyorum.
—çünkü Alev en iyi arkadaşlarından biri olarak seni görüyor da ondan.
—tamam, endişen olmasın, ben ona ulaştırırım. Bir de buradan erken çıkalım, bizleri de yanlış anlayanlar olur.
—tamam, teşekkürler görüşürüz.
Elif mektubu gizliden cebine koyup Alevlerin evine doğru yol alıyordu. Müsait bir yere geldiğinde mektubu gizlice sol cebinden çıkarıp okumaya başladı. Çünkü çok merak ediyordu, bu edebiyat sevdalısı gencin neler yazacağını.
Mektup şu cümlelerle başlıyordu’’ sevdalıdan sevdasına ‘’
-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-**-
‘’Ateşler içindeki al güle’’
‘’selam ‘’gamze yanaklı kara saçlı, aydan da güzel kız. Selam kara topraktan gelme bin bir sinem yakan, körpe kuzu misali olan kız. Sevdiğim senin gözlerin ıssız çöldeki ceylanı andırırken, bakışların ise mahzun bakan bir ahuyu andırır.
Yüzüne siyah incili benler dizilmiş, o izler sanki bir Fırat suyu gibi çoğalıp gider.
Ağzında şeker kırıyor gibi olan tatlı konuşman, beni engin ve yemyeşil ovalara ve aynı zamanda ulaşılmaz hayaller âlemine götürür. Hayallerimle zır Zeber olurum.
Bakışların içimi tarumar eder. Aşkından olmuşum sarhoş.
Gülüşün gamzeli yanağını allandırırken,
Dilin bal damlatır servi boylum. Konuşurken ağzında şeker kırıyor gibisin, ağladığın zaman, gözyaşı yerine inci taneleri dökülür. Saçların yumak yumak bir yana eğilir. Bir bakışınla bir değil bin sinemi yakarsın. Her an her dem aklımdasın biliyor musun? Şunu bil ki bu gönül bu aşktan vazgeçmez. Yıkılsam ahu zar olsam bile, dünya denen şu cihanda yalnız kalsam da
Artık senden vazgeçmem, vazgeçemememde.
Bu gönül dizginleri eline almış artık hüküm geçersizdir. Şu aşkın gözü kör olsun. Çile kapısı kapansın. Ahu figanım yer göğü inletsin. Seni görmedikten sonra kör olsun gözüm, seni sevmedikten sonra yaşam bana haram olsun. Üzerime kadeh kadeh, bölük bölük ölüm ile gelseler yine de ben senden vazgeçmem. Bu bir aşk adamına yakışmaz. Bu Bahtiyar için ölümlerden ölüm demektir.
Seni senden izinsiz sevdiğim için kendimden utanıyor ve senden özür diliyorum. Her dem akşamın olmasını isterim. Çünkü senin hayalinle yatarım diye. Akşamları erkenden yatağıma geçer, senin fotoğrafına bakarım. Hani ikimiz yan yana bir fotoğraf çekmiştik ya, işte ben hep onunla yaşıyorum onunla hayal kurar, onunla gezerim.
Seninle bir ömür boyu aynı yastıkta baş kocatmaya hazır biriyim. Bizde sevda, dağlara taşlara sığmaz. Sevgilide gelen kadehin içinde baldıran zehri olsa bile, biz onu şerbetmiş gibi alır içeriz.
Biz sevdik mi, ömür boyu aynı yastıkta baş kocatmak için severiz servi boylu al yazmalım… SON
Mektubu okuyan Elif Bahtiyar’ın böyle güzel bir mektup yazdığına inanamıyordu. Hızlı bir şekilde cebine koyup Alev’e götürdü. Kimsenin içerde olmadığını gören Elif orada oyun oynamakta olan çocuklara, Alev'i görüp görmediklerini sordu. Çocuklardan biri
—abla o hastaydı akşam hemen hastaneye kaldırmışlar. Babam da gitti. Sanırım oradan da Elazığ’a götürmüşlerdir. Çünkü durumu çok kötüymüş.
Elif hemen söze karışıp ve biraz da şok olmanın etkisi ile
–tamam, tamam seni anladım. Lütfen artık sus teşekkürler. Hiç durmadan hemen geri döndü. Arkadaşının durumunun çok kötü olduğu anlaşılıyordu. Alınan mektubu geri iade etmek için bir kitabın arasında göndermeyi uygum gördü. Ve yanına bir de not eklemişti.
Mektup Bahtiyar’ın eline geçtiğinde Bahtiyar onu cevap sanıp hemen açtı. Okuduktan sonra şok olmuştu.
Anlaşılan bu mektubu ona vermeden, onun hastalandığını öğrendi.
Bilmiyordu ki Alev beyin kanaması geçirmişti.
Alev kız arkadaşlarıyla birlikte Murat nehri kenarında pikniğe gitmişlerdi. Doya doya eğlendikten sonra Murat nehri kenarında, mangal keyfi yapmışlardı. Ondan sonra can oyunu oynamışlardı. Bu oyundan sonra Alev Zehra ve Fatma bir kayalığın yanına gidip birer hatıra fotoğraf çektirmişlerdi. Yani birlikte son pozlarını vermişlerdi. Bir an Alev Zehra ya dönüp:
—Zehra baksana hayat ne güzel insan hep ölümden ve ayrılıktan korkmazsa doya doya yaşamak ister değil mi? diye sordu.
Zehra birazda şaşırmasına karşın:
—evet, bence de öyle.
— insanın içerisindeki mutluluk belli bir yere kadardır. Hatta insan çok fazla güldü mü belli bir müddet sonra da ağlar. Zaten gülmenin zıttı ağlamak değil mi? Bence insanlar çok fazla sevinemiyorlar.
—Okey bence de hayatın ikilemleridir bunlar.
Zehra o an Alev'de şunu fark etmişti: onun üzerinde belli hisler etkili oluyor. O bu hislerin etkisinde kalıyor. Sanki ona bir şeyler olacakmış gibi sinyaller veriyordu.
Zehra hemen Fatma’yı çağırdı ve Fatma’ya dedi ki.
—Fatma ben korkuyorum bu nehirden, ne olur kalkın buradan gidelim. Bak Alev bile çok şüpheli tavırlar sergiliyor. Birimize bir şey olmadan buralardan gidelim.
—tamam, bir saat içerisinde toplanıp gideriz olur mu?
—olur, ama daha erken gidelim de hiçbir şey olmasın.
Tekrar dördü bir araya gelip, oradan oraya koşuyorlardı. Okulun son günlerinin keyfini çıkarıyorlardı. Eğlenme ve sefa bir arada dans ediyordu. Gökteki bulutlar yerlerini apaydınlık bir güneşe vermişti. Dağlar beyaz gelinlik yerine, sevgi seli olan güller çiçekler ve lalelerle donatılmıştı. Taşlar güneşin karşısında pişmiş tandırdaki ekmeği andırırdı. Ağaçlar insanın bayramlık elbiselerini giymesi gibi yemyeşil fistanlarını üzerlerine geçirmişlerdi. Mis kokular toprakla insanların arasında mekik dokuyordu.
İşte böyle bir havada gezip eğlenmekteydiler. Artık yorulmuşlardı. Hava yavaş yavaş yüzünü değiştiriyordu. Son hazırlıklarını yapmaktaydılar. Evlerine gideceklerdi dört kız. Yola düşecekleri sırada, Alev kolyesini kaybettiğini fark etti. Ve onu almadan hiçbir yere gitmeyeceğini söyledi.
Arkadaşları ‘’yapma etme gidelim’’ dedilerse de hiçbir etki etmedi. Bu kulaktan girip diğerinden çıkıyordu. Dönüp ardın sıra koşmaya başladı. Bir kayalığın yanına vardı. Oralarda da bulamayınca Murat nehrinin kenarına koştu. Orada bir taşın üzerine oturmuşlardı. Oraya bakmaya gitti. Kolye suyun kenarındaydı. Birazda suya girmişti. Alev bunu görünce sevinçle bağırdıktan sonra, Zehra onların hepsi oraya koşu verdi. O an neler olduysa oldu. Alev kolyeyi tutacağı anda yere yığılı verdi. Kolye parmağının ucunda kalmıştı. Ağzında burnunda hatta ve hatta dişlerinin arasında bile kan akıyordu. Arkadaşlarını büyük bir çığlık aldıktan sonra, Fatma hemen yere yığılı verdi. Zehra ise sararmış solmuş ve bilhassa donmuş bir şekilde evi aradı. Durumu güçlükle hıçkırıklar arasında anlatı verdi. Ondan sonra Alev'i yavaşça kaldırıp nehir den biraz uzaklaştırdıktan sonra, yere yatırdılar. Üç arkadaş o kadar ağlıyordu ki. Hıçkırıkları Alev'in üzerine dökülüyordu. Alev ise yarı baygın bir halde az da olsa dönüp onlara bakabiliyordu. Onun bu bakışıyla gözlerinden bir iki damla yaş aşağı doğru süzüldü. O iki damla gözyaşları ay gibi yüzünden donup kaldı. Arkadaşlarına bir gülümseyişten sonra tekrar bayıldı. Köyde büyük bir hareketlilik başlamıştı.
Halkın arasında büyük bir endişe olmuştu. Üç adet minibüs ve bir ambulans Murat nehrine doğru büyük bir hızla yol alıyorlardı. Ambulans yine en önde acı çığlıklar atarak güzergâhı kat ediyordu. Alev'in anne ve babası ise arkadaki arabada hüngür hüngür ağlıyorlardı. Nihayet Murat nehrinin kenarına vardılar. Ambulanstan inip Alev'i hemen ambulansa aldılar. Alev'in annesi ve babası kızlarını yerde yatıyor görünce adeta kendilerinden geçtiler. Boğazlarını yırtarcasına ağıt yaktılar oradaki herkes ağlıyordu. Annesinin –kızım- demesi bütün katı yürekleri ezmeye, yumuşatmaya yetiyordu. Vakit kaybetmeden arabaya aldıktan sonra ambulansın içerisine Alev’in annesi ve babası da alındı. Onlar ambulans ile birlikte büyük bir hızla geri döndüler. Diğer kızlar ise zaten şok geçirmişlerdi. Ağlaya ağlaya arabaya bindiler. Araba da büyük bir hareketlilik vardı. Hiç kimse kimseyle konuşmuyor. Ortalığı sessizlik ve gözyaşları almıştı. Arabalar art arda düşmüş. Hastaneye doğru yol alıyorlardı. Acı haber tez duyulur misali, herkes duymuş. Halkı büyük bir telaş kapmıştı. Sofular, ak saçlı ihtiyarlar yola gelmişlerdi. Sınıf arkadaşları ve öğretmenleri duymuş hepsi şaşırmış kalmış. Kızlar ise hüngür hüngür ağlıyorlardı.
Alev'i hastaneye getirmişlerdi. Bu gencecik yaşında onu ağır olarak yoğun bakıma kaldırmışlardı. Demek ki Bu hayat ona ağır gelmiş, onu soldurmuş, bu âlemde bıktırmıştı. Kader ağını ölüm yolu üzerine koymuştu. Bu yolda geçecek yolcu olarak ta onu seçmişti.
O gün herkes acı haberi almış, bir tek Bahtiyar’ın haberi olmamıştı. Arkadaşları bunu ondan saklıyorlardı. Ayten bile Bahtiyar’a Alev'in hasta olduğunu söylemiyordu. O bile bunu ondan saklıyordu.
Bahtiyar Alevlere gidip onun için geçmiş olsun dileklerini sunacakken, yolda karşılaştığı arkadaşı Ferit, evde hiç kimsenin olmadığını söyledi. Evden hiç kimsenin olmadığını ve halkta büyük bir telaş olduğunun fark edilmesiyle birlikte, Bahtiyar’ın telaşı büsbütün artmıştı. Orada dolaşan küçük bir kıza sordu;
—Alev e ne oldu’’
Çocuk:
—Alev abla dün gezmeye giderken Murat nehri kenarında bir taşa çarpmış, yere düşmüş. Kafasında ağzında burnunda kan akıyormuş. Onu hastaneye götürmüşler. Dedi
Bahtiyar artık işin ciddiyetini anlamıştı. Dönüp eve gelince, ceviz ağacının yanına gidip hüngür hüngür ağlıyordu. Yüzünde yağmur misali gözyaşları akıyordu. Kaderine isyan edercesine;
–kurban olduğum Allah, bu bizim mi kaderimizde var. Diyordu. Yutkunamıyordu, nefes alıp verişi bile ona ağır geliyordu. Halk şüphelenmesin diye yalnız başına bir yere gelmişti. Orada yalnız bir kurt misali tek başına ağlıyordu. Kürtçe bir ağıt yakıyordu.’’kani söza te daye mi kani’’diye söylenip duruyordu
Günleri böyle soluk bir biçimde geçiyordu. Her gün karamsarlık her gün ağlamaklı türküler çınlanır, Alevden iyileşme haberleri beklenirdi. Bir türlü nazlı yardan o haber gelmiyordu.
Yaz ayında her gün sevgiliden iyileşme haberleri bekliyordu ki, bir ara iyi oldu söylense de, sonrada hastaneye gidip Alev'i gören Ahmet tarafından, Alevin bitkisel hayata alındığı söylendi.
Bunu ilk duyan Elif yere yığılı verdi. Arkadaşları koşup kolonya getirdiler. Elif’e yardımcı olmaya çalışıyorlardı. Ama böyle dört dörtlük, hiç kimse onunla ilgilenemiyordu. Çünkü herkes bir endişe ve acı içerisinde gemilerini yüzdürüyordu. Neredeyse bu yolda herkesin gemisi batacaktı. Bahtiyar da bu acı haberi öğrenmiş, hemen arkadaşlarının yanına gelmiş, önce haberin doğruluğunu öğrenmek istiyordu. Yahut ta inanmak istemiyordu. Koşar adımlarla Ahmet'i buldu Ahmet' ten bilginin doğruluğunu öğrendikten sonra, adeta beyninden vurulmuşa dönmüştü. Sersem bir şekilde oradan buraya koşuşturan Bahtiyarı,
Arkadaşları sakinleştirmek için oradan uzaklaştırdılar. Eve doğru götürdüler. Artık akşam olmuştu. Herkes bir araya toplanmıştı.
Alev'in öleceği haberlerini artık yüzde yüz bekliyorlardı. Doktorlar ‘’umudu kesin. Yani umut yok’’ diyorlardı.
Alevin ölüm haberi tez bir şekilde duyuluyordu. Ölüm çığlıkları bir bir yükselmeye başlamıştı. Ortalığı hiç çekilmeyecek bir sessizliğin hâkimiyeti almıştı. Kimse kimseyle konuşmuyor, herkes gelecek bu kötü haberi bekliyordu. Kimileri ise bugünün tarihini hafızalarına kazımak istiyorlardı. Çünkü bugün onlar için kara bir gün olacaktı. İnsanlar guruplar halinde bir yerlere gidiyorlardı. Ayrı ayrı güzergâhlardan Alev’in akrabalarının evlerine toplanıyorlardı. Herkes onun annesi ve babasının yanında olmak istiyordu.
Alev’in arkadaşları da bir eve toplanmışlardı. Kara kara düşünüyorlardı ve hepsi ağlıyordu. Hiç kimse kimse ile konuşmuyordu. Bahtiyar’ın rengi sararıp solmuş, güz ayında rüzgârlara maskara olan, sarmış sararmış yaprağı andırırdı. Hiç kimseyle konuşmaz, öylece donakalmıştı. Gözlerinde inci gibi yaşlar süzülüyordu. Herkesten çok bağırmak istiyor, ama bir türlü zır zeber olan gönlüne söz geçiremiyor, sessiz sessiz ağlamaya devam ediyordu. O sadece yutkunmayla sürdürüyordu gözyaşlarını. Dışı sönmüş bir volkanik dağı andırırken, içi yanmış yakılmış ve aynı zamanda patlamak üzere olan içi alevlerle dolu olan bir yanardağı andırıyordu. Hiçbir şeye inanmıyordu. Yahut ta inanmak istemiyordu. Sanki bir rüya görüyor gibiydi. Artık uyanmak istiyordu bu rüyadan. Uyanmak ve bir daha böyle bir rüya görmemek için Allah’a dualar edecekti.
Ortalığı sessiz çığlıklar almıştı. Herkes birbirinin gözüne bakıyor ve damla damla gözyaşı akıtmaya başlıyordu. Kadın ağıtları yeri göğü inletiyordu feryatlar kuşların kaçışına bile sebebiyet gösteriyordu. Çocuklar bu sessizlik ve çığlıklarda hiçbir şey anlamıyor, ama korkusunu hep birlikte yaşıyorlardı. Erkekler camiye koşup taziye yerini hazırlıyorlardı. İmamı da çağırmışlardı. Artık sala okumasını istiyorlardı. Kimi gençlerde mezarı kazmaya gitmişlerdi. Cenazenin yola düştüğü söylentileri bir bir artıyordu. Kadın erkek herkes yola gelmiş. Yeşil gözlü, sarışın güzeller güzeli, aydan da güzel Alev’in cenazesini bekliyorlardı.
Gökyüzünde birer birer kuş süzülüşü görülmeye başlamıştı. Analar bacılar ağıtlarını yükseltiyorlardı. Sınıf arkadaşlar gözyaşları içinde onun fotoğraflarını göğüslerine yapıştırmış. Üzerine inci gibi gözyaşları akıtıyorlardı. Araba kiralayıp karşılamaya gidiyorlardı. Sanki bir göç destanı andırırcasına, arabalar atlar gibi başını arka arkaya vermiş, cenazeye doğru yol alıyorlardı. Ak saçlı ihtiyarlar cenazeyi karşılamak için bir bir arabalara atlıyorlardı. Bahtiyar da süzüle süzüle ön arabada yerini almıştı. Herkesin elinde ıslak mendiller, güzeller güzeli, o dilberler dilberi sarışın, yeşil gözlü Alevin gelmesini bekliyorlardı. Bulutlar sanki onlarla birlikte yol alıyordu. Badı saba sanki utanırcasına yavaş yavaş onların saçlarına dokunup gidiyordu. Sanki bir buse kondurur gibiydi. Bulutlar, artık hicran gözyaşlarını akıtmaya başlamıştı. Güneş var gücüyle bulutların arkasına saklanıyordu. Bulutlar ise ona nazaran kendilerini açığa çıkarmış, cenaze arabasıyla hareket ediyorlardı. Bu hareketlilik büyük sessizlik içerisinde devam etmekteydi. Yeşil gözlü, sarışın, güzeller güzeli kızın ölüm çığlıkları bir bir yankılanıyordu.
Sınıf arkadaşlarının içerisinde olduğu araba en önde hızlı bir şekilde hareket etmekteydi. Sanki Alevin yanına koşarcasına hareket ediyorlardı. Nice tozlu, topraklı, sarp kayaların olduğu yerlerde büyük bir hızla geçiyorlardı. Arabaların arka arkaya dizilişi başka diyarlara doğru göç eden kuşları andırırdı. Matemler ve ağıtlar birbirine karışmış, muhayyer bir durum ortaya çıkmıştı. Sanki bir bulut diğer bulutlardan ayrılmış ayrılık gözyaşlarını farklı bir toprağın üzerine akıtırcasına hareket ediyordu. Okulun tuttuğu araba büyük bir hızla hareket halinde olup, Cenaze arabasına yetişmek üzereydi. Uzun ince yollardan geçip sarp kayaların olduğu bir yerde cenaze arabasıyla karşılaştılar.
O an Bahtiyar için hayat durmuştu. Sessizce gözyaşları süzülüyordu yüzünde. Bu gözyaşları sanki yüzünde yeni bir kanal açmış hızlı hızlı yol almakta olan bir akarsuyu andırırdı. Onun için gerçek sevgiliden ayrılma anının bu an olduğunu şimdi anlıyordu. Yüreğinde büyük bir parça kopuyordu.
Kızlar da yüksek sesle ağlıyor ve ağıt yakıyorken, erkekler ağlamaz deseler de sessizce ağlıyorlardı. İçlerinde vaveylanlar kopuyordu, sanki şimşekler çakarcasına. Arabalar beklemiyordu öğrenciler arabalarında inip göç etmekte olan kız arkadaşlarını selamlıyorlardı.
Cenaze arabasının önünde Alevin annesi ve babası bulunmaktaydı. Arkasındaki arabada okul müdürü ve öğretmenleri yer almaktaydı.
Bahtiyarında içerisinde yer aldığı araba, süzüle süzüle öğretmenlerinin olduğu arabanın arkasına geçti. O an Alevin sınıf arkadaşlarından olan Ferit arkasına dönüp baktığında Elif’in gözlerinde morartıların olduğunu gördü ve şunu anlamaya çalışıyordu. Alevin en yakın kız arkadaşı olan Elif acaba şimdi ne hallerdeydi veya onun psikolojik durumu şimdilik nasıl bir duyguydu. Kendi kendine söyleniyordu.’’benim de en yakın arkadaşım ölürse benim ağlamam ile başkasının ağlaması bir olur mu?’’sonra yavaşça Elif’e dönüp:
—Elif içimizde en çok üzülenlerden biri sensin biliyorum. Ne olur kendini fazla yıpratma ölenle ölünmez ki. Ancak arkasında dua edebiliriz. Yapabileceğimiz bir şey yok, Allah büyüktür. Her şeyi o bilir canı verende o canı alanda odur. Hz Süleyman 300 yıl kalıp kurda kuşa hükmetti, oda ölüm görmedi mi? Dünyanın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı, canlar canı Resulullah da vefat etmedi mi? bir gün sen de ölürsün, bir gün gelecek ben de ölürüm. Baki olan yalnız Allah tır diyordu. Söyledikleri sadece laftan ibaret kalıyordu. Çünkü Elif o kadar ağlıyordu ki söylenenler bir kulaktan girip diğerinden çıkıyordu. Artık kimse kimsenin yüzüne bakmıyordu. Herkesin hayalinde Alev vardı. Onunla yaptıkları sohbetler, onunla gezdikleri yerler, sınıftaki konuşmaları, gülüşü, ağlayışı kısacası her şey akılarından gelip gidiyordu.
Bunlar nice bir zaman sonra, taziyenin olduğu mahalleye, yani Alevlerin evinin olduğu yere vardılar. Cenaze arabasının görünmesiyle kadın ağıtları yükselmeye başladı. Feryat ve figanlar kopuyordu. Ağıtlar ardın sıra yeri göğü inletiyordu. O an bir sis çökmüştü ovanın başına, keklikler sarp kayalara çıkmış hazin hazin ötüyordu. Kuşlar ardın sıraya girip uzun yol almaya başlamışlardı. Anaları ağlayan çocuklar, hıçkıra hıçkıra her şeyden habersiz ağlıyorlardı. Ak saçlı ihtiyarlar bile o gün hicran gözyaşları akıtıyorlardı. Yağmur ıslak gözyaşı akıtıyordu. Demu devran sanki değişmişti. Arabalardan inip cenazeyi getirdiler. Camide yıkadıktan sonra yakın akrabaları bir bir gelip son bir defa gördüler. O dünyalar güzeli kızın yüzü sarmış sararmıştı. Ameliyatlardan dolayı kafası paramparçaydı. Yüzünde halada gülücük damarları kendini gösteriyordu. Gözleri kapalı iken bile sanki uyuyan bir prensesi, sanki uyuyan temaşa bir güzeli andırıyordu. Annesi onu gördüğünde dayanamayıp bayıldı. İhtiyar yatalak olan dedesi gelip göremedi. Çünkü oraya kadar gelemiyordu. Lakin ihtiyar adamda takat kalmamıştı.
Daha sonra cenaze namazını kıldılar. Toprağa gömmek için mezarlığa götürüyorlardı. Kara toprak ise Alev’in yolunu dört gözle bekliyordu. Yani Alev bu mahallede son dakikalarını geçirmekteydi. Yavaş yavaş mahalleden kopuyordu. Ardın sıra nice gözü yaşlı insanları bırakarak gidiyordu. Annesi feryadı figan edip bağırıyordu:
—ne olur kızımı götürmeyin. Son bir defa olsun göreyim’’ Ama nafile giden artık dönemez. O da biliyordu ama ana yüreği dayanmıyordu. Mezarlık için yola çıkanlardan biriside Alevin babası Mahmut Amcaydı. O ise bir köşeye büzüşmüş, yıkılmış tarumar bir haldeydi. Hiç kimseyle konuşmuyordu. Sadece dizlerini dövünüp duruyordu. Köylüler onun yanında ayrılmıyorlardı. Onu teselli etmek için, bin bir çeşit ağız döküyorlardı. Lakin onu susturamıyorlardı. Mahmut Bey kızını kendisinden çok seviyordu. Köyün imamı Mala Ömer gelip Mahmut’un kollarında tutup kaldırdı.
—Mahmut doğrul, Allah’a şükürler et. Allah’a kızın için dualarda bulun. Şimdi ağlama zamanı değil, kızın için dua etme zamanıdır. Allah sana ve ailene acil şifalar versin. Allah kızının mekânını Cennet eylesin. Hadi gözüm kalk.
Mala Ömer’in bu konuşmasından sonra Mahmut amcanın kollarına girip onu kaldırdılar. Ama dizlerinde takat kalmamıştı. Yürüyemiyordu.
Anasının ‘’Alev yavrum’’diye bağrışları ortalığı zır zeber ediyordu. Feryat ve figanların yükselmesine öncülük ediyordu. Kardeşleri her gün kendileriyle kalkıp kahvaltısını yapan, birlikte nice oyunlar oynadıkları, canlarından bile çok sevdikleri ablalarının gidişi ile tuz buz olmuşlardı. Adeta saç baş yolduruyorlardı. Her sabah erken kalkıp annesiyle kahvaltı hazırlayan, tandır başına gidip hamur yoğuran, akşamları kardeşlerinin üstünü örten, onlarla nice oyunlar oynayan, saçlarını yumak yumak annesine taratan, bir gülüşü ile bin can yakan kız, bugün onların arasında göçmüştü. Alev’i defnettikten sonra herkes hızlı bir şekilde geri dönüyordu. Çünkü kabristan insana ölüm korkusunu hatırlatıyordu. O gün Tabut götürüldüğünde tabutla birlikte akrabaları, komşuları ve çevre halkı birlikte hareket ediyordu. O gün dayanışma yardımlaşma, birlik beraberlik olma günüydü.
O gün darda kalanlara yardım elini uzatma günüydü. Onun içindir ki herkes birdi, beraberdi.
O an feryadı figanlar zemheri yaylalarında bir çığ gibi büyüyordu. Ağıtlar türküler eşliğinde söyleniyor, gözlerinde yaş akmayan hiç kimse kalmıyordu. Her gün gülü için ağıt yakan şeyda bülbüller, bugün susmuş, cıvıl cıvıl öten kuşların sesi soluğu kesilmişti. Bahar ayında tomurcuk tomurcuk açan çiçekler birden yüzün güneşten çevirip ak güller siyah güllere dönüşmüştü. O gün karaların giyindiği gündü.
Mezaristana uğradıklarında hazır olan bir kabir göze çarpıyordu, orta boyda olan biri için hazırlanmış karanlık küçük ve dar bir oda görülmekteydi. İnce uzun olan iki tanede dikili taş orada durmaktaydı. Yönü kıbleye dönük olan bu karanlık odada Alev kalacaktı. Kim bilir Allah çoğu mümin kulu için bu karanlık bu daracık odayı geniş bir oda ve apaydınlık bir yere çeviriyordur. Alev için de olabileceği gibi.
Alev'in yeni odasında komşularından biri babaannesi, diğeri de bilinmiyordu. Sadece üzerinde şu yazılar vardı.’’meçhul adam’’bu adam kimse tahminen burada ölmüş buraya gömülmüştü. Bir savaşta olabileceği gibi işte Alev bunlarla komşu olacaktı. Tekrar babaannesiyle buluşacak ve hasretlik giderecekti.
Tabutu ağır ağır yere doğru bırakı verdiler. Üstüne toprak atacakları vakit babasının gözyaşlarından damlalar bir yağmur misali Alev'in toprağına dökülüyordu. O an şunu anlamıştım ki. Kim demiş babalar ağlamaz vallaha öyle bir ağlarlar ki yürekler dayanmaz. İşte Alev'in babası da olduğu gibi, Onun bir Fırat misali akan gözyaşlarını gören insanlar, kendi gözyaşlarına hâkim olamıyorlardı. Hele birde Alev'in sınıf arkadaşları vardı ki onlar bir birlerinin ellerini tutmuş mezarın üstüne karanfiller bırakarak hicran gözyaşları akıtıyorlardı. İnsan bu acılı demi hayatta görmek istemez sanırım.
Dem acıların demi olmuştu. Sevgi de umutta hiçbir eser kalmamıştı.
Toprak bizlerde gencecik, güzeller güzeli bir kızın daha canını alacaktı ve aldı da. Üstat Veysel’in dediği gibi ‘’benim sadık yârim kara topraktır.’’ olmayacaktı. Şimdi bir gerçek ortaya çıkıyordu ki tek sadık yar var oda Allah'tır.
Ondan dolayı üstada karşı bir cevap yazmanın gerektiğini düşündüm Alev'in bu ölüm anında.
ÜSTAD ÂŞIK VEYSEL’E CEVABIM
KARA TOPRAK
Dost dost diye nicesine sarılırsın,
Ama Sadık yârin kara toprak olamaz.
Beyhude dolanıp boşa yorulursun,
Yine sadık yârin kara toprak olamaz.
Herkes nice güzele bağlanıp kalır,
Kimi bedduasın alır kimi faydalanır,
Ancak bazı istekler topraktan alınır,
Yine sadık yârin kara toprak olamaz.
Koyun veren kuzu veren sütü veren Allah’tır.
Ondan gayrisi yalandır, vallaha da tallahtır.
Kazma ile dövmekte nasip billâhtır.
Ondan sadık yârin kara toprak olamaz.
Âdemden bu deme nesli Allah gönderdi.
Bizlere türlü türlü meyveyi o verdi.
Her gün bizleri gölgesinde tutturdu.
Ondan sadık yârin kara toprak olamaz.
Karnın yararsın kazma ile bel ile
Yüzün yırtarsın tırnak ile el ile
Ama karşılamaz seni her an gül ile
Ondan sadık yârin kara toprak olamaz.
İşkence yaptıkça o hiç bize gülmedi.
Bundan yalanım yok herkes de gördü.
Bir çekirdek yüzünden çokça can aldı.
Ondan sadık yârin kara toprak olamaz.
Havaya bakan zaten havayı alır,
Toprağa bakan insan da dua alır.
Toprakta ayrılınca insan boşta kalır,
Ondan sadık yârin kara toprak olamaz.
Dileğimiz var ise isteriz Allahtan,
Almak için uzak gitmeyiz ondan,
Cömertlik topraktan çok insandan,
Ondan sadık yârin kara toprak olamaz.
Hakikat için varsa açık bir nokta,
O da her şeyin en güzel yolu yine Allah’ta.
Hakkın hazinesi gizli olmaz toprakta,
Ondan sadık yârin kara toprak olamaz.
Bütün kusurları Allah gizliyor,
Merhem verip yaralarımızı düzlüyor,
Resulüyle kolun açıp bizleri o bekliyor,
Ondan sadık yârin kara toprak olamaz.
Her kim okursa bu sırrı mazhar,
Bilsin ki Veysel bırakmış ölmez bir eser.
Gün gelir kaya aslan üstadını bağrına basar,
Benim bir tek sadık yârim yüce Allah’tır.
Bundan sonra şunu anlamıştım. Kara toprak bile insana sadık yarlığı yapmıyor. Yere düşersin acı verir. Fakir olursun kıt verir. Bazen en sevdiklerini hiç acımazsızca yanına alır. Bazen ekin ekersin kuru bir ot verir. Ama sadık yar olan Allah canı verende odur canı alanda o.bundan gayrı bizim konuşma hakkımız yok. Biz sadece rolümüzü oynar, Allahın sevdiği bir kul olarak ölmek isteriz nasip ise Allah’tandır. İşte bugünde öyle bir gün olmuştu.
İnsanlar bir bir evlerine doğru dönüyordu. Artık taziye ziyaretleri ailesinin evinde yapılacaktı.
Bugün Alev’in ailesi için yasların en büyüğü idi. Gözler hep birbirlerine bakar, birbirlerinden bir şeyler arardı. Sözler dere kenarındaki çakıl tanesi gibi kenara çekilmiş, fısıltıya bile yer vermiyordu. Evde sessizlik hâkimdi. Hiç kimseden çıt çıkmıyordu. Herkes bir köşede ağlıyordu. Sanki evlerinde hiç kimse kalmamıştı. Babası(Mahmut amca) daima bir gözüyle kapıya bakmaktaydı. Sanki Alev ölmemiş de okula gitmiş ve artık akşam vakti olduğu için okuldan gelecek diye. Her an her dem kapıda yolunu gözlemekteydi. Bu dalgınlığı dakikalarca sürüyordu. Ve bu dalgınlık geçerken yine de ağlıyordu. O öyle bir andı ki kimse yemek yemiyor ve hiç kimse birbiri ile konuşmuyordu. Herkes sus pus olmuştu.
Millet bölük bölük evlerine geliyordu. Kiminin elinde bir torba şeker, kiminin elinde ise bir poşet çay ve benzeri şeyler vardı. Yani eli boş gelen olmuyordu. Taziye için ağıt yakarak gelenler de vardı. Annesinin feryatları, kuzusu için dağları delecek seviyedeydi. Boğazı patlatılırcasına ‘’Alevim’’ diye bağırıyordu. Onun bu bağrışıyla dağ gibi olan 70’ine dayanmış ak saçlı ihtiyarların bile gözleri doluyor, utançlarında kendilerini bir kenara çekiyorlardı.
Kardeşleri annelerinin ve babalarının kucağında sımsıkı sarılmış bir şekilde feryadı figan ediyorlardı. Ölüm döşeğinde olan ihtiyar dedesi de sürüne sürüne dışarı gelmiş bir köşede gözyaşı akıtıyordu. Artık hayat onlar için durma noktasına gelmişti.
Alev’i deliler gibi seven Bahtiyar, oralardan uzaklaşmak istiyordu. Çünkü bu topraklar onun sevgilisini almıştı. Yani kara toprak bugün kötü yanını göstermişti. Güzeller güzeli bir kıza ölüm acısı tattırmıştı.
Günler haftalar böyle geçiyordu. İnsanlar artık Alev’in ölümünü yavaş yavaş unutuyorlardı. Sadece onu çok seven arkadaşları ve ailesi hariç herkes kendi iş gücünün peşine düşmüştü.
Bahtiyar’da Şeref dağlarında çobanlık yapmak için hazırlıklar yapıyordu. Şerefin derinliklerinden yankılanan bu acılı ızdırablı dikenler üstünde olan hayat daha birçok ananın ağlamasına sebebiyet gösterecekti.
Şeref yaylası hep hicran gözyaşlarıyla beslenecek ve bu yayla böylece yeşil kalacaktı.
Daha nice Bahtiyarlar bu yaylalarda çileli hayat yaşayacak, kimi zorlukların altında kalkabilirken kimileride bir depremde yok olurcasına kaybolup gidecekti. Şırasıyla hissettiriyordu kendini onlara. Bu topraklarda küçük yaşta ağır yükün altına girme, insana çok pahalıya mal oluyordu.
Bahtiyar’da daha 12 yaşında iken babasını kanserden kaybetmişti. Babasının ayağına çivi batmış ve doktora gitmediği için birkaç yıl sonra kanser olmasına sebebiyet göstermişti. Bahtiyar hariç diğer çocukları babalarının kanserden öldüğünü bilmiyorlardı. Hasret daha 7 yaşında Ayşe ise 8 yaşında idi. bunlar her şeyden habersiz iken babaları ölmüştü.
Bahtiyar lisede okuyordu. Hem çok çalışkan hem de çok fakirdi.
Kimse onun halinden anlamıyordu. Çünkü yatlı okulların kaderinde hep bu vardı. Öğrenciler genellikle birbirlerinin dertlerinden habersiz olurlardı. Herkes farklı yerlerde geldiği için, genellikle kimse ailesinin ne iş yaptığı konusunda doğru konuşmuyordu. Ne bileyim bazen insan utancından söyleyemez. Bazen de insan ne iş yaptığını hatırlamak bile istemez. Hayat bu. Hayatın cilvesi bunsan katlanmasını bilmeli.
Yaz tatillerinden herkes evine giderken, Bahtiyar para kazanıp geçimini sağlamak için çalışmaya giderdi. Kan ter içinde kalırdı taptaze bir çocuktu. Saf bir hali vardı. Ay onu gördüğünde ona gülerdi. Bulutlar Bahtiyar’ı gördüğünde hep ağlarlardı. Acı gözyaşlarını toprağa akıtırlardı. Sanki sanki her şeyden haberdardılar. Olacakları önceden seziyorlardı gibi. Çiçekler kendi kokularını Bahtiyar’a hissettirebilmek için birbirleri ile yarışıyordu. Toprak yüz safhasını açmış, Üstat Veysel’in dediği gibi sadık yar olarak bekliyordu. İşte Bahtiyar bu Bahtiyar’dı. Kardeşleri henüz kendilerine bakamıyorlardı.
1,sınıfta olan kardeşi hasret daha yemek çanağını kaldıramıyordu. Yemek çanağını bir kenara bırakalım. Bu küçük, bu tomurcuk bu güzelcik kızı dövenler oluyordu. Bahtiyar’dan büyükleri bu kardeşini döverken Bahtiyar ses edemiyor. Ama içi içini yiyordu. Kardeşleri hastalandığında sabaha kadar yatmazdı. Hep onların başında beklerdi. Onlara hem analık hem de babalık yapardı. Bazen de kaderine isyan ederdi:’’ ah be babam’’… Ah… Ah… Derdi isyan bardağını kaldırırcasına konuşurdu. İçin için gözyaşı akıtırdı ve bazen de hayata öyle sevinçle bakardı ki, sanki Alacakaranlığa ay doğar gibi mağrurdu, dingindi, sessiz ve çokta sakin olurdu.
Ama şimdi başı büyük bir dertte idi. ne yapacağını bilemiyordu çaresizdi. Aklına eski bir anı gelmişti. Daha 13 yaşında iken yaşadığı bir anı.
Bir gün bir çimenlikte otururken iki kardeşi ile. Yanlarına 2–3 genç gelmişti. Onlar Bahtiyar’a sataştılar o konuşamamıştı. Ama kardeşlerinin yanında bunları yapmaları ve ona sataşmaları onun gururunu kırmıştı. Çok incinmişti. Bedbahttı. Umutsuzdu. Nefes akıp vermekte zorlanıyordu yutkunamıyordu adeta. Çünkü onunla alay ediyorlardı. Fakirliği ile elbiseleri ile alay ediyorlardı. Bilmezlerdi ki fakirlerin kaderi bu. Bilmezlerdi ki bunun adı yoksulluktur, gözyaşıdır, sitemdir. Vefasızlığın en büyük göstergesidir. Kimsesizliğin çaresizliğin olduğunun kanıtıdır. Erdemin ayaklar altına alındığı an bu andır. Onlar bilmezlerdi ki.
Onlardan biri Bahtiyar'a diyordu ki
—Hey çöpçü baksana elbiselerine, şapşallar gibi giyiniyorsun. Bizim çöplüğe de uğrasana.
Diğeri de sırıtıktan sonra:
—baksanıza üç zavallı cılız ve çelimsizlere, sanki hayatlarında bir ekmek bir çorba görmemişler.
Bahtiyar ses edemiyordu. Sadece sessiz sessiz gözyaşı akıtıyordu. Hani bazen şu Murat nehri derin derin akarken, nice insanları alıp götürür ya, Vefasızlığın sitemliliğin olduğu yâd ellere. İşte Bahtiyar’ın bu gözyaşları da onu böylesi bir âleme götürüyordu.
Hem dargındı, hem de çok durgundu. Beyhude dolanıp dururdu. Gözyaşlarında bunu hep gösterirdi. Rezalete, pisliğe bulaşmak istemezdi. Kuduz köpekler misali olan durumlardan kaçınmak gerektiğinin farkındaydı. Ondan dolayı onlara karşı konuşmamak için susuyordu. Yani ses edemiyordu.
Hatırlamıştı Bahtiyar böyle acılı eski bir anıyı. Hatırladığı her dem için gözyaşı akıtıyordu. Çünkü kardeşlerinin yanında onun gururunu incitmişlerdi.
Ayağında kara bir lastik vardı. Annesi okulda giysin diye almıştı. Kimsenin içerisinde yalın ayakla dolaşmasın, kimse oğlunu kırmasın, üzmesin diye almıştı. Dilencilik yaparak (yani gururunu yerler altına sererek )almıştı.
Hayatın cilvesi bu, ya seni en yüce dağların tepesine çıkarır, ya da dağların en alçak yerlerinde, bir Lut gölü gibi olan yerlerde dolaştırır.
İşte Bahtiyar şu an onu yaşamaktaydı. Yani ikinci şık onu ta en derin yerlere doğru sürüklemekteydi.
O gençler alayla kalmayıp üstüne üstelik Bahtiyar’ın küçük kardeşine tokat atıyorlardı. Hasretin gözlerinde tane tane yaşlar süzülüyordu. Ağlıyorlardı. Lakin ağlatılıyorlardı. O an Bahtiyar ile onların arasında arbede çıkmıştı. Tekme tokat bir birlerine girmişlerdi. Onlar üç kişi olduğu için Bahtiyar’ı biraz hırpalamışlardı.(aslında o gençler Bahtiyar’ı kıskandıkları için, böyle bir şeyi bahane etmişlerdi.)kavgaları bittikten sonra, Hasret ağlaya ağlaya eve geldi. O minicik, ufacık taptaze bir fidan gibi olan yüzü, yumuşak mı yumuşak gözleri, bir inci tanesi gibi olan yürüyüşü bir keklik yürüyüşünü andıran kız, bugün hüngür hüngür ağlıyordu. Hem de namaz üzerindeyken bile inci tanesi gibi gözyaşı döküyordu. Onun için bu gözyaşlarının değeri hiç paha ölçülemez biçimde idi. vefa kendini kaybetmişti. Gurur bir akarsu misali kendine kaynak arıyordu. Gözyaşları bir gözenin suyu misali, derin derin anlamlar taşıyarak süzülüyorlardı. Yürekler üzerine hazır betonlar dökülmüşçesine sertleşmişti. Hiç kimse yardım elini dahi uzatmak istemiyordu.
Bu insanlarda merhamet duygusu diye bir şey kalmamıştı. Bu kadar sert ve bir o kadar da gaddarlaşmışlardı. Böyle insanlar bir sevgi çiçeği olan çocuklara kucak açacak yerde, onları hayatın en kuytu yerlerine rezilliğin utanmazlıkla dans ettiği yerlere doğru sürüklüyorlardı. Bu sürükleyiş onları ileride kötü yollara sevk edecek, çer çöp içerisinde bir yaşamın kıyısında bırakacak, her gün bir kapkaç olayının içerisinde, her gün bir rezilliğin sarmaş lığında bırakacaktı.
Bu köylüler bunu bilmiyorlar mıydı? Yahut ta bilip anlamak istemiyorlardı.
Bu çocukların yaşadıkları ortamda böyle bir ortamdı. Ne modern bir yapı vardı. Nede modernizeye uygun bir yapı halk kendini dindar bilip, imamı daima öğretmenden üstün tutuyordu. Onlar böyle bir sıfatlaşmaya, böyle bir ayrıma gitmişlerdi. Onların böyle bir ayrıma gitmeleri onların ne kadar geri kaldıklarını gösteriyordu. Çünkü İslam dininde bile öğretmene büyük bir önem verilir. Hatta Hz Ali ‘’bana bir harf öğretenin 40 yıl kölesi olurum’’sözü öğretici konusunda ne kadar önemlilik olduğunu göstermektedir. Ama onlar bilmiyorlardı. Ondan dolayı böyle bir ayrıma gidiyorlardı.
Bahtiyar ve ailesi işte böyle bir yerde yaşam savaşı vermekteydi. Bu yaşayış onları sonu belli olmayan uçurumlara doğru sürüklemekte idi. bu sürükleyiş onların her gün ölümle nefes nefese olacaklarının sinyalini veriyordu. Kimse onlara sahip çıkmıyordu. Bunlar ne yer, ne içer diyen yoktu. İnsafsızlığın cirit attığı bir diyarda yaşamaktaydılar.
Böyle durumları iyi gören Bahtiyar inatla, gururla çalışıp, ailesini geçindirmeyi uygun görüyordu. Ondan dolayı iş aramaya başlamıştı. Hasan Ağa diye birine çoban lazım olduğunu öğrenir öğrenmez. Hemen o adrese başvuruyordu. Adamdan ‘’olur’’cevabını alınca, çobanlık yapmak için annesinden izin istiyordu.
‘’Anne ben Hasan Beye çobanlık yapmaya gidebilir miyim?’’diyordu
Annesi önce şaşırdı. Sonra kendi durumlarını düşündükten sonra başını sallayıp:
—oğlum hadi diyelim olur. Peki, kime ne çobanlığı yapacaksın.
Bahtiyar: anne Hasan Ağa diye bir kişi onun sürüsüne bakacağım.
Annesi:
— o zaman bak oğlum’’ diyordu.
Bizim kimsemiz yok sen de anlıyorsun. Kimsemiz olmadığı gibi bu köyde bize yardım elini uzatacak kimsede yok. Senin de yaşın çok küçük ama ne yapalım kader bu kaderin yazgısı bu, gitmelisin ki kardeşlerine ve bu anana bakabilesin.
Bahtiyar suskun bir şekilde annesini dinliyordu. Annesi ise gözyaşları içerisinde konuşmasına devam ediyordu.
Bir ara Bahtiyar’ın derinlere daldığını fark edince:
—oğlu sen beni dinliyor musun? ‘’dedi
Bahtiyar ise:
—evet, anne seni dinliyorum’’dedi
—Bak oğlum sen bu ailenin tek erkek çocuğusun. Senin bir saçının teline bir şey olursa benim bu ana yüreğim kaldıramaz. Onun için kendini her kötülükten, her zorluktan ve her tehlikeden sakınmalısın olur mu?
Tamam, olur anne’’
Annesi Hasan ağanın iyi biri olmadığını tahmin ediyordu. Çünkü bu ağalık mahlası insanın içerisine büyük bir korku düşürüyordu. Onun için kendini tutamıyordu ve ağlıyordu. Bu ağlayış hicran gözyaşlarının en yüksek had safhaya ereceğinin göstergesi olacaktı.
Bu aydan güzel oğlanın ölümünü sanki ana yüreği seziyordu.
Artık akşam vakti olmuştu. Bahtiyar son hazırlıklarını yapmaktaydı. Küçük bir çantası vardı onu doldurmuştu. İki küçük kız kardeşinin ve annesinin birer fotoğrafını koymuştu. Gurbette hasretlik gidermek için.
Annesi oturmuştu eski kırık bir sedirin başına. Bahtiyar ve diğer kardeşlerinin, onun için yaptıkları son hazırlıkları izliyordu. Ama şunu çok iyi fark ediyordu. Bahtiyarın kardeşlerine ve eve bakışlarında, çok bunaltıcı ve derinlik olan bir hal vardı. O akşam kuru ekmek ve bir adet soğanla akşam yemeklerini yediler. Yemekten sonra Bahtiyar
Annesine dönüp:
—ana artık böyle kuru ekmek yemeyeceksiniz. Babam yoksa da artık onun yerine ben varım. Ve ben size bakacağım, kimse sizleri üzemeyecek, okuyacağım aynı zamanda büyük bir adam olacağım. Herkesi bizlere muhtaç bırakacağım. Bizleri ise Allahtan başka kimseye muhtaç etmeyeceğim’’
Annesi derin bir nefes alıp:
—aferin benim aydan güzel oğluma.
Deyiverdi. Demesine dedi ama nerdeyse ağlayacaktı. Gözleri dolmuştu. Zaten durumları iyi değildi. Bir de aydan güzel oğlunu hiç tanımadığı insanlara çoban olarak gönderiyordu.
Hasret hemen devreye girdi;
—anne ağabey bir yerlere mi gidecek’’
—yok, kızım birkaç günlüğüne bir yere gidip ondan sonra tekrar geri gelecek. Hem de sana oradan güzel şeyler alacak.
Bisküvi alacak, sakız alacak’’ diyordu(ah be deli divane kadın. Hayatın kötü cilvesine çomak sokarsın. Bilmez misin ki o dağ başında sakız ne arar. Bisküvi ne arar)
Bizim insanların çoğu böyledir. Mert dedin mi en mertleridir. Misafirperver dedin mi en iyi misafirperver, ana dedin mi en iyi ana. En güzel özelikler bunlarda toplanmış. Onun için Allaha şükretmesini bilmek gerekir. Ondan dolayı bizim milletimizde büyük sanatçılar, ozanlar, dengbejler ve yazarlar çıkmıştır. Ve halada çıkacaktır.
Ondan dolayıdır ki; bu kara topraklarda acılar içerisinde yaşam savaşı vermektedirler. Azrail ile her gün burun buruna, an be an yaşamaktayız. Güzergâhımız üzerinde sarp kayalar, dikenli yollar, patikalı geçitler ve her dem tehlike vardır. Bela musallat oldu mu obamıza çadırını kurar. Yıllar boyunca gitmez. Kan davaları oluşturur. Kin ve nefreti artırır. Kimini aç bırakır, kimini yoksul. Kimini zengin eder, kimini sefil, kimini âlim eder, kimini de rezil.
Kiminin gözü önünde evlatları katledilir. Kiminin gözü önünde yavrusu hastalıktan parasızlıktan ölür. Ellerinde tutan olmaz. Herkes kendi geçim sıkıntısının peşindedir. Bu devirde ekmek aslanın ağzında değil artık midesindedir. Herkes bunun farkındadır. Onun içindir ki Bahtiyar’ın çalışması evine bakması gerekiyordu. Yaşından büyük işlere kalkışacak daha çok mu, çok cefa çekecek, sefalet görecek, yoksulluk içinde yaşayacak ki geleceğini iyi kurabilsin.
Belli bir zaman sonra annesi Bahtiyar’a dönüp
—Oğlum beni iyi dinle bugün gidiyorsun. Oraları bilmem insanlarını tanımam. Ama sana şunları söyleyebilirim. Hiç bir zaman kimseyle tartışma, onların bir dediğini iki yapma, otlatacağın hayvanlara çok iyi sahip çık. Çünkü onlar önce Allah’a sonrada sana emanettir. Dağda hayvanları otlatırken sakın ola uyumayasın. Yılanı var, kurdu var. Namazını daima kılasın. Namaz dinin direğidir. Her sabah Allah’a duacı ol. Sürüyü bir bir kontrol et hasta olan, kayıp olan var mı? Ama bunların hepsinden öte sen kendine dikkat et. Can her şeyden önemlidir. Çünkü canın olduğu yerde malın önemi yoktur. Kendini sakın ola üzmeyesin. Bizleri boş yere özleme, bizler burada iyiyiz. Sen iyi oldukça bizler iyiyiz.
Kurban olduğum oğul
Canların canısın oğul
Sen Allah’a emanetsin oğul
Ceylan gözlü aydan da güzel oğul
Annesi oğluna nasihatler verdikten sonra oğlu Bahtiyar:
—Anne ben arkadaşlarla vedalaşmaya gidiyorum. Öğle saatinde burada olurum.
—Tamam, oğlum erken dön olur mu?
—Tamam. Deyip evden ayrıldı. Bir iki arkadaşı gördükten sonra Alev'in mezarını ziyaret etmeye gitti. Düzlerden, taşlı yollardan ve mis kokulu bir havanın eşliğinde onun kabrinin olduğu yere vardı. Elinde bir demet gül vardı.
Canından çok sevdiği Alev'in ölümü, onun için artık hayatı acı bir gerçek olarak görmenin olduğunu fark ettirmiş olacaktı. Ve bir nevi oralardan uzaklaşmak gerektiğinin farkındaydı. Son gününde ve hatta son saatlerinde mezarlığa gidip topraktan koparttığı bir demet gülü, Alev’in mezarının başına bıraktı. Ve dedi ki:
—Ey sevgili, sen rahat uyu, rahat kal. Hep mağrur ve dingin idin hep hicran gözyaşları ile yol alırdın.
Güneş sana yoldaş olmuş, yolunu aydınlatırdı. Gece seni kötülüklerden korumak için üstünü örterdi. Kara toprak senin hem sırdaşın hem de can evinde vuranın olacaktı. Bunu sende biliyordun. Veysel babanın dediği gibi sadık dost değilmiş. O seni sevenlerinden ayırıp tenha bir odaya koydu. Senden sonra ben yalnız bir kurt gibi yaşamaya başladım. Ne gözlerim bir kişiye bakar oldu nede aklım başkasına takılır oldu. Sessizce ağladım ağladım ağladım. Hani bir ceviz ağacı vardı ya işte hep onun dibine gider, seninle olan anılarımızı düşünürdüm. Her zaman seninle birlikte giderdik ama ben o gün yalnız gittim. Ve anladım ki artık yalnız kalmışım ve yalnız yaşayacağım. Gözlerim orda hep seni aradı, ama ne çare. Güzel görmeyi akıldan öğrenen bu gözler hep seni aradı çaresiz ve bitap bir şekilde. O an aklıma bir türkü gelmişti. Çok çaresizdim ve ayrılık gözyaşları akıtarak onu söylemeye başladım.
Ayırdılar seni benden,
Kopardılar şu canımdan,
Kan ağlıyor sol yanımdan,
Çaresizim çaresizim.
Çaresizim çaresizim,
Çok sevdiğim çaresizim,
Kopardılar yâri benden,
Eyvah bugün çaresizim.
Aslanımdan olma uzak,
Kurulmuş bize bir tuzak,
Bu mektubu yâre yazak,
Çaresizim çerezim.
Çaresizim çaresizim,
Çok sevdiğim çaresizim,
Kopardılar yâri benden,
Eyvah bugün çaresizim.
Türküyü bitirmiştim ama üzerimdeki beyaz gömlek sanki bir yağmur yağmışçasına ıslanmıştı. Artık gözlerimde bir yaş bile kalmamıştı. Vefasızlığa, talihsizliğe şansızlığıma küsmüştüm. Felek hiçbir zaman güldürmedi beni, hep ağlattı, hep üzdü beni. Her şeyden öte onunla nice hayaller kurduğum sevgilimi(seni)aldı. Artık benim için buralarda kalmanın bir önemi yoktu. Buralarda kalma bana hem hüzün, hem de dert getirecekti. Onun için bir karar verdim son bir defa da olsa seni göreyim ve buralardan gideyim yar.
Ey sevgili, ben seni unutmadım ve unutamamamda. Her an, her dem kalbimdesin bunu böyle bilmen gerekir. Bedenim ırak bir yerde olursa bile, aklım sende kalbim seninle olacak. Hiç bir zaman senin yerini kimse doldurmayacak. Biz seninle ölümüne söz verdik. Ben senden gayrı başkasıyla ne çıkarım. Ne de başkasıyla evlenirim. Hayatımın solmaz sararmaz tek gülü sendin senin gidişin benimde yok oluşumdur bunu böyle bilmeni isterim tatlı dilli kalem kaşlı sevgilim. Birkaç aylığına gideceğim ama ne olursa olsun, seni hiçbir zaman yalnız bırakmayacağım. Her dem geleceğim. Her an yanında olacağım. Bedenim yanında olmasa bile ruhum hep seninle olacak.’’
İnci tanesi gibi bir iki damla gözyaşı akıtıp oradan ayrıldı. Ayrılırken sanki hiç gelmeyecekmiş gibi dönüp o mezarlığa baktı ki yürekleri ürpertircesine. Ve dedi ki’’ya rab acaba bizim ölümümüz nasıl olacak. Bizler nerede ne halde öleceğiz. Bizim de mezarımız olacak mı? Yoksa topraksız mı kalacağız. Sahipsiz mi öleceğiz. Böyle burkun tulu ve bir o kadar da anlamlı konuştuktan sonra, mezarın dikili taşına gözü yaşlı bir buse kondurdu. Ondan sonra başını önüne koyup:
’’ey sevgililerin en güzeli selam olsun sana. Selam olsun yanındakilere, selam olsun kara toprağın altında yatanların hepsine. Allah hepinize rahmet eylesin.
‘’ Ey sevgili seni bu takatsiz canımdan çok seviyorum. Her an her dem aklımda kalacaksın bunu unutma. Seni çok çok seviyorum. Allahaısmarladık sevgilim, rahat uyu, rahat kal.
Dedikten sonra yavaş yavaş mezarın başından ayrıldı. Orada yatmakta olan bütün mümin kardeşlerine de bir fatiha okuduktan sonra, hızlı hızlı oradan uzaklaştı. Yemyeşil bir düzlükten geçtikten sonra, yolda bir iki arkadaşına rastladı. Onlarla biraz sohbet edip vedalaştı. Ardından eve geldi. Kapıyı yavaşça açıp İçeri girdi. Saate baktı saat tam 12.00 ı gösteriyordu. Acıkmıştı içeride kimseyi göremeyince ‘’arka odaya bakayım’’ dedi. O odanın kapısını açınca annesinin somyanın üzerinde uyuduğunu gördü. İki kız kardeşi de annelerinin kucağında uyumuşlardı. Bunları gören Bahtiyar kendini tutamayıp sessizce ağladı. Onlara acıyordu, ama elinde hiçbir şey gelmiyordu. Hem yaşı küçüktü, hem de çok çaresizdiler. Onların böyle gündüz ortası yatmaları, Bahtiyar’ı derinden yaralamıştı. Kalbine yüz binlerce hançer saplanmış gibi. O kadar hicran gözyaşı döküyordu ki. Sesli ağlamamak için yan odaya geçti. Oradan da mutfağa geçip hem gözyaşı döküyor, hem de çay suyunu üste veriyordu. Kendi kendine söylenip duruyordu
—ben çobanlığa gidersem, kim bunlara bakacak, kim kardeşlerimle annemle ilgilenecek. Yoksul olduğumuz için bayramlarda bile doğru düzgün kimse bizim eve gelmiyor. Gelip kapımızın önünde geçiyorlar ama bize hiç uğramıyorlar. Bir akrabamız başka bir şehirde geldiğinde günlerini başkalarının evinde geçirip, son gün, son saatler daha yeni bize uğrarlar. Zannediyorlar ki bizler hiçbir şey anlamıyoruz. Bilmiyorlar mı biz de insanız. Biz mi bu durumda olmayı istedik. Allah kime ne özelik vermişse insanın onunla şükretmesi gerekir. Onlar bilmiyorlar mı? Hı bilmiyorlar mı? Tamam, fakir olabiliriz, yetim olabiliriz, ama sonuçta biz de insanız insan. Bizimde bir değerimiz olmalı, bizleri de soran birkaç insanlar olmalı. Kurban olduğum yarabbi biz ne kötü, ne zor bir yerde yaşamaktayız. Her şey çıkar meselesi olmuş. Çocuk artık çıkarı için nerdeyse babasına satacak seviyeye gelmiş. Analar yerlerde sürünüyor. Çocuklar sokaklarda büyümeye alışmış. Komşu komşusunu tanıyamaz olmuş. Tok açın halinden ne anlar, ne de kendini onun yerine koyar olmuş. Sadaka verenler bile nerdeyse insanın yüzüne tükürüp sadakayı verecek olmuşlar.
Yarabbi bu ne devirdir bu ne zaman.
Böyle dertli ve ağlamaklı feryadı figan eden Bahtiyar çayını içtikten sonra eşyalarını hazırladı bavulunu salona getirdi. Yavaş yavaş annesinin yanına gitti onları uyandırdı.
—ana uyan dedi
Annesi uyandı
—Bahtiyar oğlum sen nerelere gittin nerelerdeydin ben hiç seni göremedim
—anne benim işlerim vardı arkadaşlarımla vedalaştım biraz oyalandım yeni geldim
Tamam, oğlum sen açsındır sana çay falan yapayım
Hayır, anne ben çayımı yapıp içtim siz kendilerinizi yormayın ‘’dedi
—oğlum kusura kalma sen gelince biz uyumuştuk, geldiğinden bile haberim olmadı. Yoksa ben kalkar yavrucuğuma hazırlardım.
—Anne bir şey olmaz Allaha şükür elim ayağım tutuyor. Hem kendi yemeğimi yapabiliyorum hem de sizlere bakabiliyorum.
—şey anne saat birde araba gelecek
Çantama bakar mısın eksik bir şey var mı?
—tamam, Bahtiyar bakacağım. Sen biraz daha dinlen olur mu?
—hı hı olur anne
Hasret gel yanıma biraz oynayalım olur mu?
—tamam, ağabey olur
Ya da gel kucağıma otur dedi ve hasret gelmişti. Biricik abisi Bahtiyarın kucağına o kız kardeşine hep abla diyordu. O kadar çok seviyordu ki hem hasret hem de Keziban'a hiçbir zaman el kaldırmamıştı. O ikisine doya doya baktıktan sonra hasrete dönüp
—abla bak yaramazlık yapmayasın, anneni ve ablanı üzmeyesin olur mu?
—Tamam, ağabey yapmam
—ben geldiğimde sana çok güzel oyuncaklar, arabalar alacağım
—hasret: ağabey ne zaman döneceksin
—en erken zamanda çünkü seni görmesem dayanamam da ondan.
Hasret abisinin söyledikleri karşısında çok sevinmişti. Sırıta sırıta gülüyordu.
Annesi onun elbiselerini kontrol ediyordu. Suskun suskun oğlunun gidişi için yürekleri ürpertircesine ağlıyordu. Gözyaşlarını yüzünde değil içine akıtıyordu. Kimseler farkına varmıyordu.
Bahtiyar ise annesinin bu halinin hiç iyi olmadığını sezmişti ama belirtmek istemiyordu
O da bir o kadar üzülüyordu. Ana ocağından ayrılmak ona da zor geliyordu. Aynı zamanda çok utangaçtı. Misafir olarak gittiği evlerde doğru düzgün yemek falan yemezdi. Ya zorla sofraya götürülürdü. Ya da hiç yemezdi. İşte Bahtiyarın böyle olan durumu annesini çok üzüyordu. Annesi oğlunun aç kalacağından geceleri rahat uyuyamayacağından korkuyordu. Bu korku onun yüreğini parçalıyordu. Adeta binlerce mızrakla ana yüreği dağlanıyordu.
Belli bir müddet suskun kalan ortamı Bahtiyar bozuyordu:
—anne saat bir, araba gelmiştir. Benim yola gitmek gerekir.
Küçük kardeşlerinin yanağından öptükten sonra, annesinin de ellerini öptü. Onun gözlerinden bir iki damla hicran gözyaşı annesinin ellerinin üstüne düşüverdi. Bahtiyar’ın bu iki gözyaşı annesine ölümlerden beter acı ve keder verecekti. Annesi bu gözyaşlarının acısıyla yaşamının son anına kadar acı ve ızdırapla mücadele edecekti.
Vedalaşan Bahtiyar yola doğru koyuldu. Annesi ve kardeşlerine bay bay ettikten sonra ardın sıra bakmadan gidiyordu. Arkasına bakmıyordu, çünkü biliyordu hem annesi hem de kardeşleri ağlıyor. Kendisi bir nehir gibi hicran gözyaşı akıtıyordu. Ondan dolayıdır ki arkasına bakmıyordu. Boynunu büküp gidiyordu. Yol üzerine gelince dönüp onlara baktı. Bu bakış uzunca bir dalgınlık ve ölüm kokusu kokuyordu.
Orada biraz bekledikten sonra nihayet bir minibüs göründü. Onun yanına yanaştı. Zemheri köyü yazıyordu önünde. Bahtiyar el kaldırıp arabaya atladı. Arabadakiler hep birlikte ona bakıyorlardı. Bahtiyar bu tesirli gözlerin etkisini üzerinden çekmek için hemen boş bir yere oturup selam verdi.
—Selam ün aleyküm
Yolcular bir ağızdan
—ve aleyküm meselem hoş geldiniz dediler.
İhtiyarın biri:
–oğul sen kimlerdensin dedi
Bahtiyar:
—amca benim o köyde akrabam falan yok. Ben Hasan ağaya çoban olarak geliyorum.
İhtiyar:
—ya demek Hasan ağaya çobanlığa geliyorsun.
–evet amca
Arabadakiler şaşırmışlardı. Sanki üzerlerine soğuk sular boşaltılıyordu. Dalmışlardı ki Hasan ağa sözüyle irkildiler. Gözlerine bir telaş, bir korku düşmüştü. Hepsi çocuğa bakıp üzülüyorlardı. Bahtiyar onların bu telaşlı ve korkulu bakışlarından şüphelendi. İçine alevler gibi korku düştü. Ama belli etmek istemiyordu. Sanki gideceği bu insan çok kötü biri gibi ama bir şey öğrenmişti. Birini tanımadan onun hakkında ön yargılı olmayacaktı.
İhtiyar:-oğlum sen Hasan ağayı tanıyor musun?
—hayır amca
—Peki, bakacağın sürünün ne kadar olduğunu öğrendin mi?
—hayır amca
—oğlum senin işin çok zor çok sinirli ve çokta belalı bir insan kendi köylüleri ile hiç konuşmuyor. Hele bir hayvanı gelmezse inan ki seni yaşatmaz. Ben senin yerinde olsam geri dönerim.
—amca ne olursa olsun ben geri dönemem. Aileme söz verdim. Onlara ben bakacağım sözümden vazgeçemem.
—senin baban yok mu?
—hayır, amca ben küçükken kanserden ölmüş ailenin tek erkek çocuğu benim ve evin en büyük çocuğuyum.
—ya öyle mi? yazık oğlum çok yazık size bakan amcaların dayıların falan yok mu?
—yok, amca, bize bakan hiç kimse yok.
Arabada olan ihtiyar ak saçlı, gri gömlekli, başında külah olan, yüzü derin izlerle dolu olan bir ihtiyar:
—evladım sizin oralarda nasıl insanlar yaşıyor. Kurban olsunlar sana ve ailene. Nasıl onların boğazında akşamları lokma geçiyor. Eyvah ki eyvah ya rabbim biz ne günlere kaldık ‘’diyordu.
Bütün köylüler ona üzülmüşlerdi. Acılı ona bir hal ile bakıyorlardı.
Bahtiyar ise boynunu bükmüş, savaşlarda düşen yaralı esirler gibi, suskun suskun bekliyordu. Hani yüksek servi ağaçların üzerine kar düşünce onlar istemeye istemeye boyun bükerler ya, onun ki de öyleydi işte.
Arabayı büyük bir sessizlik kaplamıştı. Hiç kimse konuşmuyordu. Herkes kendi hayaller dünyasına çekilmişti. Kim bilir ne acı günler görmüşlerdi. Kim bilir neler düşünüyorlardı. Bu topraklarda yaşayan herkesin bir derdi bir kederi bir acısı vardı. Bahtiyar ise suskun suskun oturmuş. Kem gözlerle arabadaki yolculara bakıyordu. O an ihtiyar bir ana:
—Yavrum sen okul okuyor musun ?‘’dedi
Bahtiyar:
—evet, teyze okuyorum lisedeyim. Dedi
Teyze:
— yazık oğlum yazık sana, dön evine git bak ne güzel de okul okuyorsun. Yazık olur sana buralarda, sen buraları bilmezsin. Buralarda kurtlar her yaz ayında en az 30 40 tane hayvan atıyor. Sen buralarda yapamazsın. Var evine git. Bu yaşta bu zorluklara katlanamazsın.
Bahtiyar:
—hayır, teyze ben biraz öncede dedim ne olursa olsun ben aileme söz verdiğim için artık yolumda dönmem.
Teyze:
—sen bilirsin oğul
Konuşmaları kesip yola devam ediyorlardı. Sarp kayaların arasında geçiyorlardı. Dönemeçler o kadar tehlikeli oluyordu ki Bahtiyar neredeyse kalpten gidecekti. Ha kaza yapacağız, ha kaza yapacağız diye kalbi güm güm atmaktaydı. Arabadaki köylüler ise bu yollara alışkındı. Onlar için bu yolcuklar hiçbir şey ifade etmiyordu. Bahtiyar bir an olsun dağlara baktı. Dağlar sarp kayalarla donatılmış, ormanlar tepelere set çekmiş, tam üç adam boyu uzamışlardı. Anlaşılan buralarda hayvan otlatmak çok zor bir işti. Yani orada otlanacak sürü kaybolur, istemezse hiç de kolay bulunamazdı. Yaban güller, kır çiçekleri hiç görünmüyordu. Toprak ağaçlardan dolayı güneş yüzü göremiyordu. Güneş toprağa hasret, toprakta güneşe hasret kalmıştı. Dağlar uzun sıralı her biri bir ağrı dağı yüksekliğindeydi. Bazı kırsal yerler ise çorak alanlara dönmüştü. Toprak verimsiz olmuş. Çiçekleri bir bir solmuş olan bu alan, sadece koyun sürüsünün rahvan gezindiği bir alan olmuştu. Bu çorak toprakların yolları da bozuk çamurlu ve bir o kadar da zahmet verici idi. arabalar bata çıka bu yokuşları aşarak yol alırlardı.
Bazen arabaları çamura saplanıp kalırdı. Bazen de virajların dönemecinde neredeyse tepeden gidecekti. O kadar tehlikeli bir yoldu ki insanlar her an, her dem ölüm ile burun buruna idiler. Bu zavallı köylüler ne devlete derdini anlatmasını biliyor, ne de devlet onlara yardım elini uzatıyordu. Kendi hallerinde olan bu köylülerin anlaşılan zor ve tehlikeli bir yaşayışları vardı.
Yolun sol tarafına yönünü çeviren Bahtiyar tarlalarda ot biçen ve arkalarından tırmık yapan insanları fark etti. Tırpan çeken erkeklerin arkasında, tırmık yapanlar ise kızlardı. Kadınlar ise sırtından bebeği, ellerinde bir sürahi su ve erzak ile onlara doğru yol alırlardı. Genç kızlar ise tırmık çeke çeke boyunları bükülmüş. ihtiyarene bir hal almışlardı. Ama yüzleri bir o kadarda güzel görünüyordu. İnsan kıyamıyordu bu güzellere bakmaya.
Bütün tarlaların etrafı tellerle ve taş duvarlarla örülmüştü. Bunu fark eden Bahtiyar yanındaki ihtiyara:
—amca neden bu tarlaların etrafı duvarlarla ve tellerle örülmüş.’’dedi
İhtiyar:
—oğlum burada herkes kendi arazisini namusu gibi korur. Arazi konusunda bizim halk çok sert ve aynı zamanda bir o kadar da gaddar olurlar. Birinin bir tavuğu diğerinin bahçesine girerse, onun hıncı olarak birbirlerini vururlar. Birinin bir ineği diğerinin otuna girerse, ya o ineği öldürürler ya da çobanı ölesiye döverler. Sen bizim dağları gördün. Sert yüksek ve bir kadarda haşin bir görünümleri var değil mi?
Bahtiyar:
—evet amca
—işte bizim insanlarda öyledir. Toprak kendi özelliğini insanlara da yansıtırmış derler ya, o söz bence çok doğrudur. Bizim köyde olduğu gibi. Hata hayvanlar bile uysal olup olmama özeliği bakımından sahiplerine çekerlermiş.
Bahtiyar:
—teşekkürler amca: dedi
Ama ihtiyar ak saçlı adamın anlattıkları, onun kulaklarında çınlanıverdi. Sanki ihtiyar adam ona bir mesaj vermek istiyordu. Bu çorak topraklarda çobanlık yapmanın ne kadar cefa bir iş olduğunu anlatmak gibi bir gayenin içerisine girmişti. Bahtiyar’ın içinde korkular alev gibi büyüse de, Bahtiyar volkanik bir dağ misali içerisindeki alevlerin kıpramasına izin veriyor, ama dışarıya asla mı asla yansıtmıyordu. Çünkü onun bu köye gelişi ne kadar zorlukları göze aldığının en büyük göstergesiydi. Bu cefaya katlanarak buralara gelmişti. Ve bu yoldan da vazgeçmeyeceğini söylüyordu.
Neyse ki arabaları köyün içine geldi. Yolcular bir bir inmeye başladılar. Bahtiyar şoföre:
—Hasan ağanın evine yakın bir yerde beni indirir misin.’’dedi. Kaptan da
—tamam, olur’’dedi
Biraz gittikten sonra bir evin önüne geldiler. Araba orada durdu. Bahtiyar kaptana teşekkür edip arabadan indi. Evi gördüğünde çok şaşırdı. Çünkü böyle bir köyde böyle ihtişamlı bir evin nasıl var olduğunu anlayamıyordu. İki katlı sarı kahverengi karışımlı boyalı köşklere benzer bir yapısı, demirden büyük bir kapısı, kapının kenarlarından üç dört hamal, evin arka tarafından dört beş adet ahır vardı. Evin yanında olduğu arazi üzerinde, çok güzel inci gibi olan iki tane tay oradan oraya koşuşturup duruyordu.
Bahtiyar şaşkın şaşkın yol alıp o demir kapının önüne geldi. Kapıda yer alan adamlardan biri:
—buyurun oğlum hoş geldin. Bir şey mi istiyorsun’’diye sordu
Bahtiyar:
— ağabey ben Hasan ağanın yeni çobanıyım ‘’dedi.
Adam: şaşkın bir hal ile
—sen mi oğlum!
—evet amca
—oğlum sen bu kadar köyün yarısı kadar olan sürüye nasıl bakacaksın. Kafa mı yedin de buralara geldin.
—amca ben bakarım kendime güveniyorum’’
Aslında Bahtiyarın içi cız ediyordu. Burada bu çobanlığı yapamayacağını biliyordu. Ama dili kalbine hükmettiği için böyle söylüyordu. Artık işi gurur meselesi yapmıştı. Kaçmayı kendisine yakıştıramıyordu.
Adam kapıyı yarısına kadar açtı. Bahtiyar içeriye geçti. Adam onun kalacağı yeri göstermek için onunla gidiyordu. Bahtiyar bir an olsun bu adamı incelemeye başladı. Adam zayıf çelimsiz, yüzünde derin ifadeleri olan biriydi. Elbiseleri yırtılmış, saçlarına aklar düşmüştü. Ayağında her iki yanında yırtıklık olan bir lastik vardı. Elleri ise nasırlıydı. Yüzü güneşten dolayı çok yanmıştı. Akıttığı terler ona başka bir hal vermişti. Yürüyüşü yaralı bir aslanın yürüyüşünü andırıyordu. Nefes alış verişinde ne kadar yorgun, ne kadar dertli divane ne kadar eziyetli gün gördüğünün en büyük göstergesi olarak göze çarpıyordu. Tamda bu sırada adam Bahtiyar’a dönüp:
—oğlum ismini söyler misin dedi
—Adım Bahtiyar
—amca ya sizin isminiz
—benim adım Ahmet
—Yılardır bu ağanın yanında hamallık yapmaktayım. Geçimimi böyle sağlamaktayım.
—ya öylemi amca
Ahmet amca Bahtiyar’a:
—oğlum ailen ne işle uğraşıyor.
— amca çalışan kişi yok. Babam biz küçük iken Allah’ın rahmetine kavuştu. Evin tek erkeği ve evin sorumluluğunun yüklendiği tek kişiyim.
—ya okul okuyor musun?
—hı hı amca lisedeyim
—desene yalnız üç aylığına buradasın.
—Evet amca.
—oğlum okul okuyanlar genelde işlerde çalışamıyor.(birazda sırıtarak söyledi.)
—bence de öyledir
—sen daha çok küçüksün. Bilmem bu sorumluluğu kaldırabilir misin?
Biliyor musun, ben de senin gibi küçük yaşlarda iken ailemi kaybettim. Buralara gelip hamal olarak yıllar boyunca çalıştım. Şimdi ise görüyorsun ne kadar yıpranmışım. Yetim olarak büyümek, çokça zorluğa katlanmak ve göğüs gerebilmek demektir.
Belli bir konuşmadan sonra yıkık harabe, duvarından derin yarıklar olan, penceresi bu devirde bile naylon ile kaplı olan bir kapının önüne geldik. Ahmet amca kapıyı açtı ve dedi ki:
—oğlum biz dört kişi burada kalıyoruz. Birde sen geldin artık biz beşkardeş olduk. Üç ay boyunca kalacağın yer burası dedi.
Evin içerisi dışı gibi yıkık ve virane idi. çer çöpten geçilmiyordu. İki odası ve birde salonu vardı. Onların yatakları hazırdı. Bahtiyarda kendine bir köşe seçtikten sonra çantalarını kurup, yerini biraz temizleyip düzelttikten sonra Ahmet amca ile birlikte dışarı çıktılar. Evin önünde büyük bir çeşme vardı, çeşmenin önünde namazlık taşı, yanında ise upuzun bir ceviz ağacı vardı. İkisi o ceviz ağacının altında biraz oturdular. O an Bahtiyar’ın aklına sevdiği güzeller güzeli Alev gelmişti. İkisinin buluşma yerleri hep bir ceviz ağacının dibi olmuştu. Ondan dolayıdır ki Bahtiyar ne zaman bir ceviz ağacı görse o zaman çok duygulanırdı. Ahmet amca ya:
—Amca bu ağa gerçekten çok sert biri mi? çünkü arabadaki köylüler ondan çok kötü konuşuyorlardı.
—hayır hayır! Bu güne kadar hiç kimseye bir fiske bile vurduğunu görmedim. Biraz sert biridir, kimseyle fazla konuşmaz. Aynı zamanda şakacı, sevimli ve yanında çalışan insanlara nasıl davranması gerektiğini bilen biridir.
—peki, neden köylüler benim ona çoban geldiği mi öğrendiklerinde hepsi şaşırıp bana üzgün üzgün baktılar. Hatta ve hatta bana dediler ki:
— yazık sana orada çürüyüp gideceksin. Başka bir insan bulamadın mı gelip bu adama çobanlık yapıyorsun. ‘’dediler
—oğlum hepsinin ağzı torba değil ki bağlıyasın. Bunlarla Hasan amca bir konudan dolayı bu kadar ters gidiyorlar.
Tamda anlatacakken Hasan ağa çıka geldi. Bahtiyar o zaman Hasan ağayı ilk defa görüyordu. Uzun boylu, tombul yüzlü yüzünden gülücükler olan, yanağının sol yanından derin izler olan, ayağında siyah bir çizmesi, üzerinde siyah bir takım elbisesi olan bir adamdı. Ağa nasıl geldiyse Ahmet amca ve Bahtiyar ayağa kalktılar. Ahmet amca:
—ağam hoş geldiniz’’dedi
Ağa:
—hoş bulduk Ahmet, bu bizim yeni çoban mı?
Ahmet:
— evet, efendim dedi
Ağa: oğlum ben seni en az yirmi beş otuz yaşlarından biri bekliyordum. Bizim kapımıza geleni biz geri göndermeyiz. Neyse hoş geldin.
—hoş bulduk ağam
—oğlum inşallah benim sürüye sahip çıkabilirsin.
—Allah’ın izni ile çıkarım ağam
Hasan ağa biraz durakladıktan sonra birden:
— oğlum sen daha önce hiç çobanlık yaptın mı?
—evet, ağam çok küçük yaşlardan itibaren yaz aylarında çobanlık yaptım.
— iyi inşallah benim hayvanlara da iyi bakarsın.
—İsmin Bahtiyardı değil mi?
—evet
—bak oğlum ben kendi prensiplerim hakkında sana bir şey söylemek istemiyorum. Benim nasıl bir kişiliğe sahip olduğumu yanımda çalışan işçi arkadaşlarına söyleyebilirsin. Onlar sana kısaca anlatsınlar benim kişiliğimi.
—tamam ağam.
Hasan ağa Ahmet amcaya dönüp:
—Ahmet şuna evin yolunu göster. Evdekilere de söyle ona yemek versinler. Biraz dinlendikten sonra ona sürüyü göster. Nasıl bakması gerektiğini, sabahları nerelere götürmesi gerektiğini, öğleden sonra nerelerde otlatması gerektiğini, hepsini bir bir anlat tamam mı?
—tamam ağam
Ahmet amca ve Bahtiyar eve doğru geldiler. Bahtiyar evin ihtişamına baktıktan sonra böyle bir köyde böyle bir evin olmasına inanamıyordu. Adeta bu ev her şeyiyle büyüleyiciydi. Ahmet amca kapıyı çaldı. İçeriden takırtı tokurtular geliyordu.35 ile 40 yaşları arasında bir hanım efendi kapıyı açtı. Ahmet amca:
—Ayşe abla bu yeni çobanımız, ağam gönderdi. Ona yemek verecekmişsiniz.
—tamam, siz onu alın salona geçin. Zaten hazır yemek var. Isıtıp birazdan getiririz.
Ahmet amca ve Bahtiyar sedirlere oturduktan sonra, Bahtiyar evi gözlemlemeye başladı. Öncelikle gözleri evdeki fotoğraflara takıldı. Hasan ağa onların aile fotoğrafına biraz baktıktan sonra, Ahmet amca onun bu meraklı bakışını fark edip:
—Bahtiyar bu fotoğraf Hasan ağanın aile fotoğrafı; sağ baştaki Hasan ağanın büyük kızı; şimdi evli ve İstanbul da, onun yanındaki küçük kızı; şimdi İstanbul da lise okumakta ve yaz tatili olduğu için bir iki gün içerisinde burada olur. Onun solundaki ise Hasan ağanın hanımı Ayşe abla, onun yanındaki de Hasan ağadır. Arkalarında olan ise Hasan ağanın babası merhum Cahit Beydir.
Bahtiyar utana sıkıla oturduğu bu sedirde, bir sağına bir de soluna bakınıp duruyordu. Yerdeki halıları hem güzelliği hem de nakışı, pencerelerin muhteşem manzarası, vitrinlerdeki enfes süs eşyaları, masaların üzerindeki ahenkli ahenkli çiçeklerin oluşu âdete evi gül bahçesine çevirmiş, eve muhteşem bir hava kazandırmıştı.
Arada belli bir zaman geçtikten sonra Ayşe teyze bezden olan bir sofra bezini getirip kurdu. Arkasında sarımsı renkli bir çaydan, yanında iki çay bardağı, öğleden kalma zerbet ve meleme yi kurdu. ‘’Afiyet olsun’’ dedikten sonra kendisi bir sedire geçip oturdu. Bahtiyar ve Ahmet amca sofranın başına geçtiler. Bahtiyar ilk defa böyle bir yere geldiği için çok utanıyordu. Utana sıkıla sofraya oturmuştu. Ahmet amca ile birlikte yemeklerini yedikten sonra Ayşe teyze o yemekleri kaldırdı. Önlerinde çay kalmıştı. Bahtiyar hem kendine hem de Ahmet amcaya çay dolduruyordu. Çaylarını içtikten sonra dışarı çıktılar. Hem sürüye bakacaklardı. Hem de Ahmet amca ona çevreyi gösterecekti. Otlak alanlarla ilgili bilgi verecekti. Bahtiyar ve Ahmet amca dışarı çıktılar. Biraz yürüdükten sonra Ahmet amca ona
—bak oğlum karşıda gördüğün dumanlı dağlar bu topraklarda çok can aldı. Sana ilk tavsiyem, hayatta bırakma sürün o tarafa gitmesin. Çünkü çoğu gidişin dönüşü zor olmuştur. O dağlar hem sarp kayalarla kaplı hem de kurtların boy gezindiği yerlerden en önemlisidir. İkinci olarak, bu topraklarda kimsenin sürüsü bir başkasının toprağına girmez. Onlarda kan davaları ile sonuçlanır. Girdi mi seni de fena şekilde hırpalarlar haberin olsun. Bir başka öğüt, ağamız hayvanları konusunda çok hassas bir adamdır. Hiç bir hayvanına zarar gelmesini istemez, haberin olsun. Zaten biz kendisi ile fazla göz olmakta istemiyoruz. Bizim ağanın toprakları çoktur aynı zamanda köyün en zengin insanıdır. Ondan dolayı kendisine ağa demekteler. Yoksa bizim bildiğimiz o vurup kıran, dediğim dedik diyen, zorba ağalardan değildir. Onun ağalığı parasından, zenginliğinden gelmektedir. Burada senin için önemli olan kendi geleceğin için dikkatli bir şekilde sağlam ayaklar üzerine basarak çalışmanın gerektiğidir. Bu dağlarda bu ovalarda çobanlık yapmak her zaman dikenler üzerinde yürümeğe benzer. Veyahut da daima bir yarın başında olmaya benzer. Onun için senin çok mu çok dikkatli olman gerekir.
—tamam, amca teşekkürler.
Bahtiyarla Ahmet amcanın bu konuşması bittikten sonra eve doğru yol alıyorlardı.
Bahtiyar’ın aklına ailesi ve akşamın bu tan vakti geliyordu. Bu saatler onun için en güzel anılarının geçtiği zamanlardı. Arkadaşları ile top oynamalar, sevdikleri ile buluşmalar gibi önemli etkenlerin yer aldığı bir andı.
Neredeyse ağlayacaktı. Kendini zor tutuyordu. Epeyce yol almışlardı. Artık karanlık çökecekti. alel acele eve doğru dönüyorlardı. Akşamları kalacakları evin yanına vardılar. Ahmet amca hemen orada olan tavukları içeri koydu. Tabi ki öncelikle o tavukları bir bir saydı. Ondan sonra Bahtiyarla birlikte içeri girdiler. İçerde loş bir koku geliyordu. Diğerleri sofraya oturmuş bir şeyler atıştırıyorlardı. Bahtiyar bunlara bir göz gezdirdi. Bu dört kişiden sofranın başında oturanı; ince zarif ve uzun boyluydu, sakallarında doğru düzgün yüzü görülmüyordu. İkincisi ise; orta boyluydu, yalnız saçları diğerlerine göre erken yaşlanmıştı. Sol tarafta oturanın yanındaki ve dördüncüsü; diğerlerine göre daha gençti.
Bir sohbet ediyorlardı ki kahkahalı alaylı, kendilerini ve buradaki durumlarını düşünmüyorlardı.
Yemekten sonra Bahtiyar’a sadece;
—hoş geldin’’dediler ondan sonra sen kimsin, necisin ne iş yaparsın, neden dolayı çalışmaya geldin vb hiçbir soru sormadılar. Yani Bahtiyar şunu anlamıştı ki bu adamlar çok zor ve iyi olmayan insanlardı.
Bu ortamda yabancılık çeken Bahtiyar, akşam yemeğini yemekten çekiniyordu. ‘’Ah be felek ah ki ah’’ diyordu içinde alevlerle cenk ediyordu.
Gözleri o kadar güzeldi ki, o kadar masum bir bakışı vardı ki, yürekler ürpertircesine insanın içine işliyordu. Aydan da güzel yüz ifadelerinde masumluk, saflık yoksulluğun belirtileri vardı. Sofrada oturanlarda onun bu halini sezmişlerdi. Onun bu güzelliğinin farkına varmışlardı. Herkes yemeğini yedikten sonra tanışma faslına geçmesi gerekirken, bunlarda demek öyle bir şey yoktu. Bahtiyar kendini tanıtıyordu. Ondan sonra da onlar artık utana sıkıla bir bir kendilerini tanıttılar… Ve Bahtiyar’a tekrar tekrar ‘’hoş geldin ‘’dediler. Arkadaşlardan biri hemen çayları getiriyordu. Önlerine çaylarını almışlardı. Onlar kahkahalı bir sohbet kurmuşlardı. Gülmekten kırıp geçiriyorlardı. Ahmet amca hepsine göre çok ağır başlı efendi bir insanı andırıyordu. Diğerleri ise biraz daha genç ve diri görünüyorlardı. Anlaşılan hiç biri evli değildi. Bahtiyarla hiç ilgilenmiyorlardı. Anlaşılan bunlar onu çocuk olarak görüyorlardı. Bahtiyar sessizce bir köşede somyanın kenarına oturmuştu. Hatta ve hatta o kadar büzüşmüştü ki, insan ilk baktığında kamburlaşmış, yaşlanmış, zayıf cılız bir insanın hali göze çarpardı. Aklı başını yiyordu.’’beni çocuk gibi görüyorlar. Ondandır ki hiç kimse ne beni soruyor nede benimle ilgileniyor. Yalnız başıma, bir zavallı gibi kalmışım. Allah’ın kitabında yazar mı yeni gelen misafire böyle davranmayı. Ha yazar mı bre zalimler.
Bahtiyar biliyordu ki, bunlara da rahat alışacak, onların bu ortamına rahat uyum sağlayacaktı. Hem kendisi onları çok sevecek hem de onlar bunu çok seveceklerdir. Çünkü burada işçi olarak çalışanların hepsi ezilmektedir. Ezilmekte olan insanlar bir birine değer, bir birlerine güç vermelidirler ki yaşamlarının bir anlamı olsun. Yani yaşamı yaşanılabilir hale getirmek gerektiğini savunuyordu. Hemen Alev ile yaptıkları tek bir tartışma vardı. O an aklına o gelmişti. Onlarda bu tartışmanın üzerine körü körüne gitmişlerdi. Aralarında ki iki üç yaş farkından dolayı; Bahtiyar bunu bir şiir olarak Alev'e bildirmişti.
O ZAMAN BENİ İYİ DİNLE
Ey sevgili yar; dün yanımda yaş bahsini ortaya attın,
Ne senden çok büyüğüm, nede senden çok küçüğüm.
Bir olan şu efkârlı yarama, sen binlerce tuzu kattın.
Ne senden çok büyüğüm, nede senden çok küçüğüm.
Adımı Bahtiyar olarak binlerce sineye yazdım,
Aşkın zorluğunu çok iyi bilirim. Onun için sineyi kazdım.
Sen elimde sarı bir tel iken, ben ise divanlarda bir sazdım.
Ey sevgili; ne senden çok iyiyim. Ne de sen çok kötüyüm.
Bana bakıp, kafama eserse hiç kimseyi takmam dersin.
Sen bilmezsin, o an hayatın acımasız tokadını yersin.
Ben şimdi anladım, niye bugün sen beni üzersin.
Unutma ne senden çok küçüğüm, nede çok büyüğüm.
Ben buralardan gittiğimde o an değerimi anlarsın.
Eline kanlı hançeri alır, o taşlı yüreğine saplarsın.
O an bağrın yanar, beni hatırlarsın sonra sinemi dağlarsın.
Ama unutma ne senden çok büyüğüm, nede çok küçüğüm.
Ah bir bilsen Bahtiyar’ı sevenler, onu nasıl candan seviyor.
Ehli Bingöl halkı gittiği her yerde bu gencini övüyor.
Ona bu ilde varımız, yoğumuz her şeyimiz diyor.
Sen karşısına geçmiş hiç kimseyi takmam diyorsun.
Bilmez misin köylü güzeli, nazik insan bu hâldan anlamaz.
Hiç kimseyi takmam gibi kalp kırıcı sözlere de hiç inanmaz.
Ama biliyorum ki kardelen çiçeğimde benden hiç vazgeçmez.
Ben onu çok seviyorum, biliyorum o da beni seviyor
İşte Bahtiyar’ın yaşadığı en sert tartışma böyle olmuştu. O tartışmada bile böyle ağır kelimeler kullanılmamıştı. Kahkahalı gülmeler, sırıtarak konuşmalara hiç rast gelmemişti. Böyle bir şeyle ilk defa karşılaşıyordu.
Bu adamlarla bu anda böyle bir yerde yemek yediğini düşünmek Bahtiyar’a ne zor anlar yaşatıyordu.
Bahtiyar Ahmet amcaya söyledikten sonra bir köşeye kıvrılıverdi. Sabah erken uyanmak için yatağına uzanan Bahtiyar hayallere dalmıştı. Üzerine yorganı çektikten sonra inci tanesi gibi olan gözyaşlarını akıtıyordu. O kadar ağlıyordu ki atletini ıslatmıştı. Sanki bazen toprakla sevişmeyi isteyen yağmur, bazen de hicran gözyaşları akıtan yağmur gibi ıslanıvermişti.
Annesini iki küçük kız kardeşini düşünüyordu. Onlardan ayrıldıktan sonra kim bilir onların gözlerine uyku girmiş midir? Şimdi beni düşünüyorlardır.’’acaba ağabeyimiz ne yapıyor, rahat hareket edebiliyor mu? Doğru düzgün yemek yemiş midir? Yoksa utana sıkıla bir köşeye çekilip orada kıvrılıp uyumuş mudur?’’
Kim bilir garip anam şimdi sessiz sedasız gözyaşlarını akıtmaktadır.’’Bahtiyarım evimin direği ana kuzusu şimdi nasıl bir durumdadır. Uyumuş mudur yoksa o da bizleri mi merak ediyor’’diye. Ah anam ah ki ah benim aklım sizde, sizin aklınız bende biliyorum. Biliyorum ama ne yapayım ne edeyim fakirlik, yoksulluk bu, olanakların olmaması bu demek imiş. ard’ın üzerinde bize nimet yokmuş. Bize yer yokmuş. Kurban olduğum ana canım anam.’’
Yatağında hüngür hüngür ağlayan Bahtiyar, vefasızlığın insafsızlığın kol gezdiği bu devirde ekmek parasını kazanmak için bu kadar zor zorbalığın olduğu yerlere gelmişti. Kim bilir belki de ölümü bile buralardan olacaktı. Belki de bir dağda bir bayırda kimsesiz bir şekilde ölüp gidecekti. Çünkü gurbetteydi.
Gurbetliğin kelimesi bile can sıkar ya. İnsanı bir kurt gibi kemiren gurbet, çok zor ve başa bela bir şeydir. İnsanı anadan babadan ayırır. Hasretliği kemire kemir insanın içine koyar. İnsan evinden ayrıldı mı artık nerede olursa olsun orası onun için bir gurbettir. Bir ayrılıktır. Dünyanın kendisi de bir gurbet göçebelerin konakladığı bir yayladır. Biz ise bu yaylanın abdlarıyız.
Belli bir zamana kadar gelip burada yaşar gideriz. Yaşayanımız en fazla 130 yıl yaşar, bu ömür ise göz açıp kapayana kadar gelip geçer. Onun içindir ki bu kadar az sürede konaklayacağımız yerin hem değerini bilmek gerekir, hem de öbür dünya için çok iyi hazırlanmak gerekir. İşte gurbetliğin en büyüğü böyle bir şeydir. Yani dünya insanlar için göçebe bir yayla iken, insanlarda bu dünyada birer gurbetlik yaşayan fertlerdir.
Ailesinde uzak olan Bahtiyar böyle hisler karmaşası ile yatıyordu. Ama uyku ne uykuydu. Yatak ne yataktı. Sabaha kadar kıvranıvermişti zavallı. Sabah erkenden kalkıp namazını kıldı. Kahvaltı yaptıktan sonra ilk defa sürünün yanına gideceği için, aynı zamanda heyecanlanmaktaydı. Saat 6:00da hayvanları bırakan Bahtiyar hiç karışmıyordu. Sürü kendi yolunu bildiği için hiçbir şeye maruz kalmadan direkmen o yoluna devam ediyordu. Bahtiyarda sürüyü takip edip ardın sıra gidiyordu. Artık köyden ıraklaşmışlardı. Yemyeşil yerlerden dümdüz olan bu küçük ovanın dışına çıkmışlardı. Sarp kayaların olduğu, alacakaranlık gibi görünen tenha ve dar ormanların olduğu, kurtların, baykuşların, yılanların hüküm sürdüğü dağlara doğru gidiyorlardı. Bahtiyarın o bülbül gibi şakırdayan sesinden’’
Dağlar seni delik delik delerim
Elek alır toprağını elerim
Sen bir kara koyun bende bir kuzu, Sen gittikçe ardın sıra melerim’’
Türküsü çıkıyordu. O kadar güzel ve o kadar içten söylüyordu ki, sanki bütün sürü uyku âleminde sıra sıra, birer birer hareket ediyordu. Adeta bir sürünün attığı adım bile fark edilmiyordu. Bahtiyarın türküsünü ayak sesleri ile bozmak istemiyorlardı. Artık dağların yamaçlarına gelmişlerdi. Sürüsü otlanıyordu. Kendisi ise bir göze arıyordu çok susamıştı. O an dağın yamacında yemyeşil bir yerin olduğunu fark etti. Hemen oraya doğru yol aldı. Sürünün yanında ise zağar bir köpek kalmıştı. O yemyeşil alana varan, Bahtiyar orada iki gözenin olduğunu fark etti. Kana kana su içtikten sonra biraz dinlenmek amacıyla gözelerin başında uzanıverdi. Hayaller âlemine dalıyordu. Sevdiği kızın ölüm şokunu daha üzerinde atlatamamıştı. Anlaşılan onsuz yaşayamıyordu. Çünkü Alev her dem her an aklındaydı. Kendi kendine söyleniyordu’’-ağ be güzeller güzeli sevdiğim, kim bilir şimdi ne yalnızlık çekiyorsun. Ne soranın vardır, ne de görenin. Hani seninle ölümüne birbirimize söz vermiştik. Hani ne sen ne de ben birbirimizden ayrı olmayacaktık. Sen beni yalnız bırakıp, kara toprakların altına girdin. Ben ise sensiz ta ırak diyarlara gittim. Ne ben seni görebilirim nede sen beni görebilirsin. Ama şunu unutmamanı isterim ki, aydan güzel sevgili; sen her an her dem aklımdasın. Ben hep senin ruhunla senin sevginle yaşıyorum ve yaşayacağım.
Kara kara düşünen Bahtiyar’ın ağzında bir şairin şu dörtlükleri geçiyordu:
KARDELEN ÇİÇEĞİME
Bahtiyar gel de şu kardelen çiçeğini gör
Bak o kardelen çiçeğin ne hallere düşmüş.
Kendi kefen nakşını al ve onu ellerinle ör,
Gör o güzelim sevdiğin ne hallere düşmüş.
Aydan güzel sevdiğin gelmiş yanında çöküyor,
İnci gibi gözyaşlarını bir bir ellerine döküyor.
Ağlamamak için yönün çevirip sana bakmıyor,
Gör o kardelen çiçeğin ne hallere düşmüş.
Ben o yarın dökülen iki gözyaşını sildim.
O gözyaşlarında kendimi ve kardelen çiçeğimi gördüm.
Ağlamamak için bir o yana bir bu yana döndüm,
Gördüm ki kardelen çiçeğim zay hallere düşmüş.
Sevdiğim gelip yanımda oturdu, sımsıcak ellerinde tuttum,
Başım kaldırıp aydan güzel yüzüne baktım.
Gözyaşlarını görünce içim yandı, dedim ki’’eyvah bittim’’
O an gördüm ki kardelen çiçeğim tay hallere düşmüş.
Bu şiiri ezberleyen Bahtiyar’ın ağzında şu kelimeler dökülüyordu.
—Bu şair sevdiği kızı ne güzel adlandırmış ve ne de güzel duygularını dile getirmiştir.’’kardelen çiçeğim’’ne güzel bir kelime ve bir sevgiliye de ne kadar yakışır bir kelimedir, diyordu.
Belli bir zaman geçtikten sonra yerinde kalkan Bahtiyar tekrar susamamak için gözeden doya doya su içti. Ve sürünün peşine düştü. Sürüsü şerefin ıssızlıklarına doğru yol alıyordu. En kuytu yerde alacakaranlığın hüküm sürdüğü yerler gibi, yüksek yüksek sıra dağların yer aldığı, doruklara doğru çıkıyordu. Karşı dağlarda kınalı ayaklı keklikler yavrularıyla birlikte şeyda bülbüller gibi ötüyorlardı. Dağlarda berrak sular şakırdıyordu. Bu göze sularını içmek ölüm pahasına da olsa şerbet gibi geliyordu. Adeta günlerce buzdolabında bekletilen sulardan daha soğuk ve hazır kaynak sularının hepsinden kat kat daha güzeldi. Bu göze sularının bir damlası yüz binlerce koka koladan daha iyiydi.
Abı hayat suyu gibi olan bu gözeler insanın ruhuna büyük bir dinginlik kazandırıyordu.
Doya doya bu göze suyunu içen Bahtiyar ağır ağır yol alıyordu şerefin derinliklerine doğru biraz yorgun ve bir o kadar da halsiz olan Bahtiyarın sürüsü aşağı yamaçta otlanırken, kendisi ise sürünün üst kısmında büyük bir kayalığın yamacında ağır adımlarla hareket ediyordu. Tam da iki büyük kayalığın olduğunu fark eden Bahtiyar bu yüksek sefine dağının doruğuna çıkmaya karar verdi. Zaten sürü dağın yamacında oltanı veriyordu. Yanında da zağar bir köpek vardı.
Bahtiyar Şeref dağının doruğuna çıkarken, gördüğü iki kayanın yanına vardı. İki kayanın arasında kırmızı ve capcanlı olan bir gül gördü. Kalbi yerinden çıkacakmışçasına koşan Bahtiyar, hemen gülün yanına çömeli verdi. Tamda koparacakken aklına ‘’Çoban ve Gül’’ diye bir şiir geldi. Bu şiiri okumaya başladı.( ÇOBAN VE GÜL
Acayip bir çoban vardı,
Yufka yürekli ve eli dardı.
Erzakını ve kavalını yanına alıp,
Uzunca bir yola daldı.
Sürüsü yol alırdı,
Sessiz ve sakin
Issız bir ovaya geldiler.
Kartal ve kurtların sesi duyulurdu,
Çobanda ikide bir arkasına bakar,
Neredeyse korkudan bayılırdı.
Topladı körpe kuzuları bir yerde,
Ardı ardına dizmeye başladı.
Zağar bir köpeği vardı.
Açlıktan eli ayağı büzülmüştü.
Onu sürünün ardına koydu.
Nice dağları ve taşları aşıp,
Şerefin ıssız derinliklerine vardılar.
Orada yem yeşil bir yere koyuldular,
Sürü o an hayat bulmuştu.
Dem onların demi olmuştu.
Çoban ise bekledi belli bir zaman,
Ve bir ağacın dibine geçip,
Dinlenmeye başladı.
O an ağaç üstünde olan bülbül,
Bütün olanları seyre dalmıştı.
Lakin orada gülünü izlemekteydi.
Çoban ona doğru gelen bir koyuna,
Yanındaki gülü koparıp vermek istedi.
Koparmasına kopardı ama
Koyun o gülü istemedi.
Lakin tanıyordu,
Bülbülün yareni olduğunu,
Ve aşklarının dillere destan olduğunu
Bülbülünde dalda gözyaşları,
İçerisinde olduğunu gördü.
Çobanın yaptığına hayret kaldı.
Başını eğip yoluna gitti.
Sonra çoban farkına vardı.
Çömelip Allahtan affını diledi.
Kavalını eline alıp,
Dertli dertli bir türkü yaktı.
Sesi
Şerefin ıssızlıklarında yankılanmaya başladı.
Ondan sonra çoban türküleri yankılanır oldu
Bu yaylada.)
Bu şiir sanki kendisine yazılmıştı. Sanki ona onu anlatıyordu. Başını önüne koyup gülü
Koparmaktan vazgeçiyordu.
Doya doya o gülün güzelliğini seyre dalmıştı ki, altında oturduğu kayalığın üzerinden küçük toprak parçacıklarının üstüne döküldüğünü fark etti. Hemen yerinde kalkıp oraya baktığında; aman Allah’ım ne görsün! Kırmızı bir yılanbaşını kaldırmış öylesine bekliyordu. Bahtiyar hemen yerinde fırlayıverdi. Biraz kaçtıktan sonra, epeyce uzaklaştığını fark etti. Uzaktan o kırmızı yılana taş atmaya başladı. O an yılan Bahtiyar’ın üzerine doğru geldi. Bahtiyar elinde tek kavalıyla kaçıyordu. O kadar hızlı kaçıyordu ki bir ara taşın üzerinde atlarken ayağı takıldı, yere doğru yuvarlanıverdi. Diz kapağında kanama vardı. Ama o hiç takmıyordu, hızla aşağı doğru koşuyordu. Köpeğin yanına gelince biraz kendini rahat hissetmeye başladı. Ama o korkusu halada devam ediyordu. İki de bir arkasına bakınıp duruyordu. Artık bu dağın başına gelmeyeceğini söylüyordu. Ne pahasına olursa olsun artık bu dağa ne gelecek ne de hayvanlarının buraya gelmesine izin verecekti. Çünkü ilk defa böyle büyük ve kırmızı bir yılan görüyordu. Oralardan buralardan biraz koşuştururken öğlen olmuştu. Erzakını açıp bir şeyler atıştırdı. Öğle namazını kıldı. Ve biraz dinlenmek amacıyla uzandı, ama yılanların korkusunda yatamadı, sadece uzanmıştı. Bir iki saat geçtikten sonra hayvanlar kalkıp otlamaya başladı. Bahtiyarda kalkmak zorunda kaldı. Sürünün peşine düşüp yol aldı. Artık akşam vakti yaklaşmıştı. Hayvanlarını alıp evin yoluna düşmüştü. Tan yeri ağarınca hayvanları evin önüne getirdi. Sürüyü dinlendirmeye aldıktan sonra hızlıca kaldıkları eve geçti. Kapıyı açıp içeri vardı. Ocağın üzerinde kaynayan suyu alıp güzel bir demli çay yaptı. Çayı kaynarken o çoraplarını çıkardı çeşmenin önünde hem çoraplarını hem de elini yüzünü yıkadı. Ondan sonrada abdest alıp koşarak çayına bakmaya geldi. Gerçi çeşme o kadar da uzak değildi. On adımlık bir yerdeydi. Çayın dinlenme süresinin dolduğunu gören Bahtiyar bardaklarını da kurup güzelce demli bir çay içti. Ve dinlenmek amacıyla sedirin başına oturdu. O orada dinlenirken Ahmet amca kapıyı açıp içeri girdi.
—selam un aleyküm evlat
—ve aleyküm selam Ahmet amca
—Bahtiyar durumun nasıl ve bugünün nasıl geçti. Gerçi ilk günler daima hem sıkıcı hem de çok zor geçer. Ama ne yapalım ki hayatın zor cilvesi bu değil mi?
—evet, amca biraz sıkıcı geçti. İnşallah bununda üstesinden geliriz
—sahi bugün hayvanları nerelerde otlattın.
—ben burada sürüyü ağır ağır götürdükten sonra epeyce uzaklaştım. Bir dağın yamacında iki göze gördüm. Sürümü o dağın yamaçlarında otlattım.
—hı o yüksek Şeref dağına diyorsun. Bak oğlum o dağın civarları çok tehlikeli hem büyük yılanlar orda çok hem de kurtlar için orası vazgeçilmez bir yer. Çünkü sarp kayalarla donatılmış geçitler çok az yer almaktadır. Sakın ola bir daha o kadar uzak ve bir o kadar da tehlikeli bir yere hayvanları götürmeyesin.
—tamam, amca zaten ben bir daha oraya gidemem. Bugün O dağının tam başına çıktım. Orada iki büyük kayalık var ya, işte tamda onların yanına gittim. İki kayanın arasında bir gül gördüm. O gülün yanına vardım ve orada biraz dinleneyim derken, üzerime toprağın döküldüğünü fark ettim. Nasıl başım kaldırıp üste baktımsa o an kırmızı bir yılanın her an bana saldıracakmış vaziyette bulunduğunu gördüm.
Ondan sonra hemen kaçtım. O yılan biraz peşimde geldiyse de ben hızlı koşup sürünün yanına vardım. Neredeyse korkudan bayılacaktım.
Bahtiyar o an anlatmasına anlatmıştı ama demek ki çok korkmuştu soluk soluğa kalmıştı. Nefes alıp vermesi de bunun göstergesiydi.
Ahmet amca onu güzel teselli etikten sonra:
—Bahtiyar sen bir şeyler atıştırdın mı?
—hayır, ama sıcak bir çay yaptım onu da görüyorsun.
—o zaman öğleden biraz meleme kalmıştı. Onu getireyim de onunla çay içelim.
—olur amca
Bahtiyar ile Ahmet amca birlikte yemek yedikten sonra, Bahtiyar namazını kılıp arka odaya geçti. Çantasını açtı ve çantasından bir hikâye kitabı çıkartıp okumaya başladı. Epeyce okuduktan sonra uyku zamanının geldiğini fark etti. Sabah erken kalkması için erken yatmanın gerektiğini biliyordu. Onun için zamandan harcama yapmadan hemen yatağına uzanıverdi. Uykuya dalmıştı. Zavallı sefil Bahtiyar’ın günleri artık hep böyle sıkıntılı, ızdırablı, olacaktı. Ailesinden uzak, sevgiliden uzak bacılardan uzak kalmak Bahtiyar’ın sıkıntılarına tuz biber katıyordu. Aynı zamanda bu sıkıntılara hayvanların zorluluğu eklenince artık buraların çekilmez olduğunun farkındaydı. Gitmek istiyordu bu ellerden. Buraların yaşanılmaz bir yer olduğunu düşünüyordu. Günleri böyle umutsuzlukla sıkıntılarla geçen Bahtiyar hemen hemen her gece bir rüya görmekteydi. Rüyasında:
Şeref dağlarının yamaçlarında sürü otlatırken sarp kayaların hüküm sürdüğü bir yere geliyordu. Ve o an bir taraftan annesi ve diğer taraftan babası çıkıyorlardı. Annesi:
—Oğlum Bahtiyar geri dön o tarafa gitme. Ne olur bizi baban gibi yalnız bırakma bu tarafa gel diyordu.
Saçları ak, elbiseleri bembeyaz olan babası ise:
—oğlum seninde artık yanımıza gelmen gerekir. En kısa zamanda gel seni bekliyoruz tamam mı? Diyordu.
Ger gece her dem bu rüyayı gören Bahtiyar, bu rüyaya bir türlü anlam veremiyordu. Babasına yasinler okuyordu. Aynı zamanda okutuyordu ama yine de aynı rüyayı görüyordu. Böyle rüyaların hayra alamet olmadığını o da seziyordu. Ama elden ne gelirdi ki. Annesi ve kardeşlerinden bir haber almak istese de bir türlü alamıyordu. Çünkü bu aracılığı sağlayacak kimse yoktu. Günleri adeta aç susuz geçiyordu. Vücudunda derin yaralar oluşmuş, elleri nasırlaşmıştı. Yüzünden derin izler çıkmıştı. Saçlarında tane tane dökülmeler başlamıştı. Elbiseleri yırtılmış, iki diz kapağında ise silinmez izler oluşmuştu. Ondan dolayıdır ki annesini, ana ocağını özlüyordu. Gitmek istiyordu bu ellerden bir daha dönmemecesine. Ama yoksulluk yapışmıştı yakasına adeta el etek sürercesine kopmuyordu ondan. Bırakmıyordu Bahtiyarı, bırakmıyordu lakin. Bir sevda misali yapışmıştı yakasına, kopmuyordu ondan.
Yalnız bir şey vardı ki anlatılmaya gelmez. Bahtiyar ne zaman Sefine dağın yamacına gitse, o an içinde ölüm korkusu oluşuyordu. Aklına ‘’bizde öleceğiz bir gün’’sözü geliyordu. Aynı zamanda rüyasında hep gördüğü yer olması münasebetiyle, onun için o yer çok farklı bir anlam taşıyordu. Korku heyecan, takatsizlik hep bu sisi eksilmez Sefine dağının yamaçlarında hüküm sürerdi. Bu Bahtiyar için ise hükmen bir yenilginin habercisi ve gözlemlemelerin tanıklığına sebebiyet gösteriyordu.
Böyle günleri ve bir ayı geçen Bahtiyar, arkasında birçok sıkıntı ve umut dolu günler bırakmıştı. O günlerin bazıları acılarla ve bazıları da ağlamakla geçerdi. Ama bir şey vardı ki, Hasan Ağa kendisini çok sevmekteydi. Ona büyük bir değer veren Ağa
Onun ailesine de bakmaya karar vermişti. Aslında saf ve temiz olan bu çocuğu herkes sevmişti o köyden.
Günlerden bir gün çobanlıktan yeni gelmişti. Daha eve varmasına bir saat falan vardı. Bir gözenin başına gelmişti. Orada biraz dinlendikten sonra eve gidecekti. Karşıda gelen iki kız gördü. Kızlar ona doğru geliyorlardı. Bahtiyar bu kızların yollarında geçip gideceklerini düşünüyordu. Ama düşündüğü gibi olmadı. Onlar Bahtiyarın olduğu çeşmenin başına geldiler. Giyinişlerinden anlaşılıyordu ki bunlar bu köyde kalmamış okumuş kişilerdir. Kızlar tam yanına yaklaşınca, önde olan kız hem çok gülümseyen hem de insan bakınca insana hayat veren bir siması vardı. Bir gülümseyişi allı yanağını ballandırıyordu. Yanındaki kız arkadaşı ile konuşurken dili bal damlatıyor, gözleri güneş ışığı gibi insanı tesirine alıyordu. Gamzeli yanakları ona bambaşka bir hayat öyküsü verdiriyordu. Salına salına keklik gibi bir yürüyüşü vardı. Saçları bir Murat nehri misali dalgasız uzun ve sessiz bir şekilde onun sırtından geçinmekteydi. Yani saçları bir servi ağacı misali uzun ve onun sırtından aşağılara doğru uzanıyordu. Adeta bir insanı kör bir kuyudan çıkarırcasına uzanıyordu. Bakışları binlerce mavzerlere göğüs geren bir insanın bakışlarını andırırken, aynı zamanda binlerce sinemi delercesine tatlı ve hoş bir yönü vardı. Yanındaki arkadaşı ise o da bir o kadar güzel ve bir o kadar da hareketliydi. Konuştuğunda ağzından şeker kırıyor gibi, baktığında aydan da güzel yüzünü mutlu gösterir, jest ve mimiklerle o hareketlere yön verirdi.
Salına salına gelen bu kızlar Bahtiyar’ı gördükten sonra hemen duraklayıverdiler. Böyle yakışıklı, böyle güzel yüzlü bir genci ilk defa kendi köylerinde görüyorlardı. İkisi de onu görünce çok şaşırmışlardı. Yanına geldikten sonra uzun, kara saçlı ve ela gözlü kız hemen Bahtiyar’a:
—merhaba; müsaadenizle su içebilir miyiz? ''dedi. Bahtiyar gayet nazik bir ses tonuyla:
—tabii şöyle buyurun''dedi. Onlar çeşmeden su içtikten sonra önce Bahtiyarla biraz birbirlerine baktılar. Daha sonra yine su içmek için Bahtiyar’dan izin isteyen ay yüzlü kız söze girdi.
—pardon size bir şey sorabilir miyim?
—buyurun
—biz ilk defa seni bu köyde görüyoruz. Bundan da anlaşılıyor ki buralı değilsin. Çünkü bu köyde hemen hemen herkes birbirini tanıyor. Acaba sen nerelisin ve ne iş yapıyorsun.
—evet, buralı değilim. Bu köye çobanlık yapmaya geldim. Hasan ağa var. İşte ben o adamın yanında çalışıyorum.
—Hasan ağa mı? Dediniz!
—evet, neden ne oldu.
—biliyor musunuz o adam benim babam!
Bahtiyar çok şaşırmıştı.
—inanmıyorum ya gerçekten Hasan ağa sizin babanız mı?
—evet
Aslında sizin fotoğrafınız evde vardı. Geldiğim güngörmüştüm. Şimdi hatırladım o kız sizsiniz.
—evet
Hasan ağanın kızı ve Bahtiyar arasında geçen kısa bu konuşmadan sonra ağa kızı:
—benim adım Asya arkadaşımın ismi de Pembe sizin isminizi öğrenebilir miyiz?
—Bahtiyar
Asya konuşma konusunda çok hünerliydi. Kimseden korkma ve çekinme gibi bir durumu yoktu. Rahat konuşurdu. Kelimelerini seçerken o kadar güzel ağzında yontuyordu ki, adeta kelimelere yepyeni bir ivme kazandırıyordu.
Bahtiyar ise bu genç kızın yanında konuşmaktan çekiniyor Türkçesiyle alay ederler diye ağzını sımsıkı tutmaya çalışıyordu. Ama onu onlara karşı kalkan olarak savunan bir şey vardı ki hiç şüphesiz bu konuda çok mu çok etkiliydi. Aydan da güzel yüzü, onu koruyordu. O kadar güzel bir yüzü vardı ki, genç kızların hayranlıkla ona bakmaması işten bile değildi. Yani insanın kanı ona hemen ısınıyordu.
Belli bir suskunluktan sonra Asya söze giriyordu:
—size bir şey sorabilir miyim?
—tabii neden olmasın.
—siz okul okudunuz mu_?
—okuyorum lise son sınıftayım.
—çok güzel. Dersleriniz nasıl
—benim dersler iyi Allah’ın izni ile daima iyi olacak. Çünkü benim kazanmam gerekir. İleride iyi bir meslek sahibi olmak için şimdiden çok iyi hazırlanmak gerekir.
—bence de öyle. Ben de lise son sınıf öğrencisiyim İstanbul’da okuyorum. Babam eğitim konusunda bize gayet destek veriyor. Çünkü babamda çok iyi kitap okur. Anlayacağın eğitimle arası iyi biri
O ana kadar doğru düzgün hiç konuşmayan Pembe:
—Asya ile aynı okulda okuyoruz. Gerçeği konuşmak gerekirse ikimizin dersler o kadar da iyi değil. Ama elimizden gelen çabayı gösteriyoruz.
Pembe Asya’ya kaş göz işareti yapıyordu ''haydi gidelim''diye ama Asya oralı bile olmuyordu. Onun aklı fikri Bahtiyar’a takılmıştı. Gitmek istemiyordu. Bunu iyice anlayan Pembe:
—Asya artık gidelim baksana çok geç oldu merak ederler.
Asya Bahtiyar’ın karşısında utanmamak için
—tamam, Pembe haydi gidelim''dedi.
Onlar Bahtiyarla vedalaşıp hızla köy yoluna doğru gidiyorlardı. Bahtiyar ise yerinden sus pus kalmıştı. Sadece onlara sırtını döndü yanlış anlamasınlar diye. Hani insanoğlu bu derler ya içinde acaba arkadan bize bakıyor mu? Bakıyorsa demek ki hoşlanıyordur. Asya’ya karşı biraz kıpırtıların oluştuğunu fark ediyordu. Sanki gönül fay hattında çatlaklar meydana gelmeye başlıyordu. Asya da aynı duruma düşmüştü. Resmen Bahtiyarı görür görmez ona vurulmuştu. Adeta sinem bin parça olmuş. Her parçası başka diyarlara doğru gitmişti. Paramparça olan bu sinemi artık onarmanın imkânsızlığı gibi bir kaide ortaya çıkıyordu. Bir yüz bu kadar bir sinemi ancak paramparça edebiliyordu.
Artık akşam vaktiydi. Bahtiyar hızlı bir şekilde hayvanlarını alıp eve doğru geliyordu. Çiftliğe yaklaşınca hayvanlarını saymaya başladı. Aralarında eksik hayvanların olduğunu fark etti. Sürüyü getirip bahçeye koyduktan sonra büyük bir telaş içerisinde kimseye çaktırmadan bir parça ekmek aldı. Ve o hayvanları bulmak için yola düştü. Gündüz sürüyü otlattığı Şerafettin yaylasının yamaçlarına, o servi gibi yüksek dağların olduğu yere doğru hızlı hızlı gidiyordu. Güneş ise var gücüyle kaçıyordu. Sanki bir korkunun habercisiydi. Alaca karanlık ise hızlı bir şekilde çöküyordu. Yüksek ve sarp dağlarda şahin sesleri yükseliyordu. Bahtiyar ise her tarafa bakınıyor. Belki gözüm bir hayvana kaçar diye durmadan bakıyordu, bir sağa bir sola. Yüksek kayalıklı bir dağın yamacına gelmişti ki. O an orada bir şeyler olduğunu fark etti. Çünkü kuşlar sürü halinde bir şeyin üzerine saldırıyor, çığlıklar atıp geri kaçıyorlardı. Bahtiyar’ın gözünde hemen kuru yaşlar dökülüverdi. O içinde ''kesin bu koyunlardan biridir o çukurda kurtlar yemiş. Ondan dolayı bu kadar kuş orada çığlık atıyordur.''diyordu. Dağın yamacına geçip arkasında dolanı verdi, büyük bir telaş içerisindeydi. O an kayıp yere yığılı verdi. Ayağının altında yuvarlanan taş kayalıklardan aşağı yüksek bir ses çıkartarak düştü. O taşın düşüşü bütün dağı inletiyordu. O kadar yüksek bir yerde olduğunu fark etti. Taşın düştüğü kayalığı görmek için ayaklarının tabanına sert basa basa kayalığın başına geldi. O büyük uçurumu görünce korku içerisinde hızla geriye döndü. Oradan uzaklaşmak istiyordu. Çabucak o kuşların olduğu yere doğru geldi. Dağın yamacında iki tane büyük kayalığın arasında, dağın yamacındaki çeşmeye uzaklığı tahminen elli altmış metre olan bir yerde bu kuşların hareketi görülmekteydi. Köyden ise epeyce uzaklaşmıştı. Güneş neredeyse batacaktı. Bahtiyar taşın başına gelip o iki kayalığın arasına baktı. Kuşlar halada çığlık atıyordu.
Bahtiyar’ın gözleri birden bir şeye ilişti. Adeta delirircesine aklı başında gitti. Kendi yüzüne tokatlar savuruyor, vücudunu mıncıklıyordu. Gördüğü manzara karşısında dehşete düşmüştü. Yerde yatan bir çocuğun cesedi ve bu cesedin üzerinde kartallar olduğunu fark etti. Hemen ağlamaya başladı ve eline aldığı taş toprak ne varsa Kartallara fırlatıyordu. Kartallar kaçtıktan sonra Bahtiyar hızlı bir şekilde cesedin yanına vardı. Cesedi görür görmez gözyaşları yerini feryadı figana bıraktı. Yerde yatan 6 veya 7 yaşlarında bir çocuktu. Bahtiyar o an kendini rüyada görüyor gibiydi.
—Allah'ım bu bir rüya olsun''bu bir rüya olmalı Allah’ım ''diyordu.
Şaşırmıştı ne yapacağını bilmiyordu. Beyni tarumar olmuştu. Gözlerinde inci gibi yaşlar, yerini kanlı gözyaşlarına bırakmıştı. Sağına soluna bakınıp duruyordu. Kartalların çocuğu paramparça ettiklerini canlı canlı gözleri ile görüyordu. Hemen harekete geçti. Ceketini çıkarıp yerde parça parça yatan çocuğun cesedinin üzerine attı. Yalnız bir şey fardı ki cesette çok koku geliyordu. Bahtiyar bu kokuya aldırış etmeden çocuğun parçalanmış vücudunu kucağına alıp götürüyordu. O cesedin üzerine öyle bir gözyaşı döktürüyordu ki adeta ceset yağmur suları ile yıkanır gibiydi. Köye doğru yol alıyordu. Tam köyün girişine gelmişti ki artık karanlık tamamen çökmüştü. Bahtiyar neyin peşinde dağa gittiğini unutmuştu. O sıralarda köyün girişine gelmişti. Köyün girişinde büyük bir çalılık vardı. Birden o çalıklar arasında koyun sesini duyan Bahtiyar önce biraz şaşırmasına rağmen sonra o kaybolan koyunları da önüne katıp köye varıyordu. Tam çiftlikten içeri giriyordu ki Asya'nın orada beklediğini fark etti Asya Bahtiyar’ın geldiğini görünce koşa koşa onun yanına geldi. Önce:
—hoş geldin ''dedi sonra
—neden bu kadar geç kaldın ''diyecekken Bahtiyarın kucağındaki cesedi gördü. Hemen büyük bir çığlık atmaya başladı. Herkes birden evden fırlayı verdi. Ahmet amca en önde koşuyordu. Ondan sonra Hasan ağa kapıdan çıkı verdi. Onlar pür telaş içerisinde dışarı çıktılar. Asya hüngür hüngür ağlıyordu. Hasan ağa onlar, hemen Bahtiyar’ın yanına geldiler. Onlarda Bahtiyar’ın kucağındaki cesedi görünce kendilerini alamadılar büyük bir dehşet ve şaşkınlığın içerisine girdiler. Zavallı çocuğun yırtılmış, paramparça olmuş vücudunu görenler hayrete düşüyordu. Hatta onu anı görmek istemiyorlardı. Ahmet amca ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Hasan ağanın hanımı Ayşe ise çığlıklar kopara kopara bağırıyordu. Hasan ağa:
—Bahtiyar nerede buldun bu cesedi. Bu kimin çocuğu.’’diye telaşlı bir şekilde sordu. Bahtiyar ise koyunların kayıp olduğunu söylemekten çekindiği için:
—ceketimi sefine dağının yamacındaki gözenin üstünde unutmuştum. Onu almak için erkenden gittim, sonra baktım ki kuşların çığlıkları yükseliyor, hepsi bir yere toplanıyor, o an düşündüm dedim ki kesin oradan bir şeyler var ben de gizlice o dağın yamacındaki iki kayalığın arkasından dönerek oraya vardım. Kartalların bir şeyi parçalayıp yediklerini gördüm. Biraz daha yakınına vardığımda parçalanan şeyin bir insan olduğunu gördüm.( Bahtiyar anlatırken bile konuşmasında o korku dolu anları yeniden yaşıyormuş gibi anlatıyordu. Hem gözyaşı akıtıyordu, hem de şaşkın şaşkın anlatıyordu.)ondan sonra cesedi alıp getirdim. Cesetten koku gelince anladım ki çoktan ölmüş.
—tamam, oğlum cesedi Ahmet ile birlikte getirin, tertemiz yıkayın. Ben de telefon açayım civar köylere, bir öğreneyim kimin çocuğuymuş. Yalnız çabuk olun.
—olur, ağam biz hemen parçalanmış cesedi yıkamaya alıyoruz.
Ahmet amca ve Bahtiyar cesedi banyoya götürüyorlardı. Asya ise halada bu şaşkınlığın bu korkunun canlı göstergelerinden biri olarak bu anı yaşamaktaydı. Kimseyle konuşmuyordu. Sanki dili tutulmuştu. Annesi de bir o kadar ağlıyordu. Komşular bu feryatları duyunca hemen koşup gelmişlerdi. Hepsi gördükleri karşısında şaşkına düşmüşlerdi. Köyü büyük bir sessizlik kaplamıştı herkes büyük bir endişenin içerisindeydi. Hayretler içerisine düşen köylüler ne yapacaklarını bilemiyorlardı. İmamı çağırdılar, imam geldi. Ve cenazenin sahipleri gelininceye kadar burada bekletilmesini söyledi. Herkes imamın sözünü uygun gördü. O da ceset üzerinde dua okuyordu.
İmam, Hasan ağadan çevre köyleri aramasını istedi.
—Ağa eğer hepsine ulaşabilirsek bu çocuğun kimin çocuğu olduğunu öğrenebiliriz.
Hasan ağa hemen çevre köydeki dostlarını aradı. Ve nihayet aradıkları netice verdi. Hani derler ya acı haber tez duyulur. İşte bu da o misal. Alaca denilen komşu köyünden iki gündür bir çocuğun kayıp olduğu söyleniyordu. Çocuğun şemasal tarifini yaptıklarında tıpa tıp birbirine uyuyordu.
Alaca köylüleri ve askeriye iki gün boyunca dağ taş demeden aramışlardı. Ama bulamamışlardı. Annesi ile babası bu çaresizlik içerisinde iken Hasan ağanın araması sonuç verdi. Bir ceset bulunmuştu. Ama kime ait olduğu bilinmiyordu. Küçük bir çocuğun bu kadar engeli aşarak bu kadar uzak yere gelmesi doğrusu şaşırtıcı nitelikte idi. bu acı haberin erkenden yayılması Alaca köylülerini gece ayaklandırdı. Hepsi arabalarına atlayıp Hasan ağanın Zemheri adlı köyüne gidiyorlardı. Arabadaki kadınların hepsi feryadı figan ederek ağlıyorlardı. Tam tamına araba ile 45 dakikalık mesafede olan bu köye geldiler. Kadın ve kocası hemen arabadan atlayıp cesedi görmeye geldiler. Bahtiyar ve Hasan ağa cesedin üzerini nasıl açtılarsa o an olan oldu. Kadın ve kocası birden bire yere yığılı verdiler. Sadece adamın ağzında şu cümle dökülüyordu. Murat oğlum! Evim ocağım yıkıldı muradım’’
İkisi de bayılmıştı. Köylüler o şirin o tatlı çocuğun yırtılmış, paramparça olmuş vücudunu gördükten sonra hepsi şok geçirmişti. Genç kızlar cesedi görür görmez hemen şok geçiriyorlardı. Nenesi torununun cesedini ille de görmek istemişti. Düşe kalka onu arabadan indirdiler. Tam cesedin başına geldi ki ağzından şu cümleler dökülüyordu: Kimler güzelim torunumun gözlerini oymuş. Uyan Murat uyan, uyanda sırtını nenene dayan. Uyan ne olur bak annen ve babanı ağlatın. Uyan kurban olayım sen uyan da ben öleyim. Oy oy yavrum ‘’’
Ağ ki ağ Murat.
Murat can Murat
Nenesi kurban olaydı Murat.
İhtiyar kadının konuşmak için takati kalmamıştı. Dizleri üzerine çöküverdi. Son defa kargaların gözlerini çıkardığı, karnını delik deşik ettiği bütün vücudunu paramparça ettiği Muradına baktı ve yere yığıldı. Zaten hasta olan kadın bu acıyla ölüm döşeğine gidecekti.
O gece öyle bir geceydi ki; insan ne rüyasında görmek ister nede ömründe böyle acılı bir şeyi duymak isterdi. Bu anı yaşamak insanın ömründen seneler götürürdü. Bir insanın ölümünde olabilecek en büyük zorluklardan biri insanın çaresiz kalmasıdır. Kim bilir Murat bu çaresizliği ne kadar çok yaşamıştı. Böyle büyük ve kara günde ağlamayan hiç kimse yoktu. Erkekler bile hüngür hüngür ağlıyordu. Ak saçlı pir dedelerin de gözlerinde yaşlar akıyordu. Ta ki sakallarını ıslatırcasına, güneş belki de o gün bile bile yerini karanlığa bırakmıştı. Böyle bir şeyi görmeyi hazmedememişti. Çünkü Bahtiyar kaybolan hayvanları aramaya çıkarken güneşin erkenden battığını fark etmişti. Bulutlar yoğunlaşmıştı alaca karanlıkta. Deyim yerindeyse acı gözyaşlarını üstümüze akıtacaktı. Bütün taş yürekler yumuşamış adeta pamuğa dönmüştü.
Hani çaresizlik dedik ya; köylüler Murat’ı annesini ve babasını doktora götürüyorlar. Doktor bu cesedi otostopa alıyor ve doktorun kullandığı ilk cümle şu oluyordu:
—Anlaşılan o ki, bu çocuk bir gün aç kalmış. Sadece su içmiştir. İkinci gün açlıktan kıvranırken gidip bir taşın altında uyumuştur. Ondan sonra bu kartalların saldırısına uğramış, kol ifadeleri şunu gösteriyor ki çocuk en son yüzünü korumaya çalışmış. Çünkü gelen darbelerin %40 sadece gözlerine gelmiş. Onun içindir ki bu çocuk aç ve bitkin olduğu için kendini koruyamamış, ama bu sadece tahmin olarak nitelendirilebilir. Zaten gören çobanda çocuğun elleri gözlerinin üstündeydi, diyordu.
Bu çocuğun böylece vahşi bir şekilde ölmesi, hem köyleri hem de gören insanları şoke uğratıyordu. Bahtiyar alaca köyünden olan bir gence bu çocuğun nasıl kaybolduğu hikâyesini sormuştu. O genç ise şunları anlatmıştı.
—kardeşim dinle anlatayım.
Murat’ın annesi sabah erkenden kalkmış hayvanları sağmak için, köyden uzak bir yerde hayvanları sağma yeri var oraya gitmiş. Bu çocukta annesinin peşine düşmüş, onların evinde de başka kimse olmadığı için hiç kimse fark edememiş, annesi aceleden onu babaannesine emanet edememiş. Gerçi annesi gittiği saatlerde çocuğu yatıyor zannediyormuş. Hâlbuki yatağında kıvranan çocuk o an uyanıkmış. Neyse bu Murat annesinin ardından ağlaya ağlaya gitmiş. En son bizim çocuklardan biri onu köyün çıkışından görmüş. Zannetmiş ki bu çocuk gideceği yeri biliyor karışmamış en son gören de o çocuktu. Ondan sonra tam saat 12.00 de öğrendik ki çocuk kayıptır. Annesi bize geldi o kadar ağlıyordu ki insanın ağlamaması elden değildi. Diyordu ki ‘’ben çocuğu evde görmeyince nenesinin yanına gittiğini düşündüğüm için aramadım. Bilmiyordum ki oraya gitmemiş. Nenesi geldi eve bana dedi ki Murat’ım uyanmış mı o an anladım ki Murat’ım kayıptır Allah rızası için onu gören var mı ?‘’ağlaya ağlaya bunları söyledikten sonra bütün köylüler artık Murat’ı aramaya çıkmışlardı. Dağ taş demeden her yerden arıyorduk. Gece olmuştu karanlık çökmüştü. Herkesin elinde el feneri’’Murat Murat’ diye bağırıyorlardı. Ama ne yaptıksa ne ettikse onu bulamadık. Çaresiz, boynu bükük eve döndük. (anlatan gencin gözünde yağmur misali yaşlar dökülüyordu.)annesi sabaha kadar eve gelmemiş dağlarda taşlarda hiçbir çalılık bırakmadan o tatlı o sevecen Murat’ını aramıştı.
Yemin ediyorum ki bizim köyde o kadar ölü çıktı çıkmasına rağmen, ilk defa köy bu kadar sessiz bu kadar ürkütücü duruyordu. Sabaha kadar hiç kimse yatmamıştı. Hatta bazı köylüler, yani bazı büyüklerimiz gece erkenden ellerinde el fenerleri ile çıkmışlardı. Köyde hiç kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. O gün ne gündü. O gün ne vefasız bir gündü. Yatanlar rüyada kalmak istiyor hayatın hep gerçek bir rüya olmasını istiyordu. Adeta ölüm uykusuna yatmak istiyorlardı. Gece o geç saatlerde Murat’ın annesinin ‘’Murat’’ diye bağrışı bütün köyü büyük bir endişe ve acıya sürüklüyordu. Kulaklarımızın zarı patlıyordu. Analar evde ağlaya ağlaya çocuklarına sarılıyordu. Erkekler ise açık açık ağlamamak için kendilerini zar zor başka odalara atıyordu. Yemin ediyorum ki arkadaş; o sabah çoğu erkeklerin dudaklarını ısırmış olduğunu herkes fark ediyordu. Sabah olduğunda hiç kimse işe gitmedi. Herkes çoluğu çocuğu ile askeriyesi ile her yerde onu aramaya başladı. En son onun hakkında bulabildiğimiz tek şey; Murat nehrinin üstünde yüksek bir uçurum vardı o uçurumun başında bir tane sporunu gördük. Başka hiçbir şeye denk gelmedik. Artık herkes Murat’ın Murat nehrine düştüğünü tahmin ediyordu. Bütün köylüler ve askeriye el ele verip Murat nehrine girdiler. Boydan boya sıralanmışlardı. Tam 2 km gittik. Ama bulamadık. Ne yaptıksa olmadı. Çaresiz çaresiz eve geleceğimiz zaman annesi Murat nehrin kenarında kendini yerden yere vuruyordu. Ağıtlar yakıyordu murat nehrine.
Murat nehri; sen allı bir gelinin matemli yüzünü andırırsın.
Dem yaşamış yıllara meydan okurcasına, kimi zaman sessiz akıp giderken, kimi zaman nice gelinleri alıp götürürsün.
Acımazsızcasına vefasız olduğun söylense de, birçok gece alacakaranlığa güneş olursun.
Vadileri aydınlatır ve onlara ışık olmaya çalışırsın.
Boynunu büküp dalgın dalgın yol alırken bile, kendi halindesin.
Sen dokunmadıkça,
Sen incitmedikçe,
Murat’ım sana dokunmaz.
O ne sana dokunur,
Ne de seni incittir.
Çünkü
En ağır sevdalıların yolu sende geçer.
En çok hicran gözyaşı dökenlerin uğrağı sensin.
Ana ağıtlarını matemlerle yüzleştiği meydan da sensin.
Gözyaşlarımızın sel gibi yol kattettiği güzergâhın kapısı senden geçer.
Sen hem dertlilerin, hem de divanelerin dostu oldun.
Nice insan gelip derdini sana döktü.
Nice gelinler gelip seninle birlikte gitti.
Matemli insanların yegâne sırdaşı sen oldun.
Güneşle bazen bir dost görünür, bazen de
Güneşe sırt çevirirdin.
Yani güneş gündüzleri ışınlarını senin üzerine vermeye çalışırken,
Geceleri seni alaca karanlıklarla baş başa bırakırdı.
Bazen imdadına ay yetişir,
Bazen de rahvan atlar gibi yalnız koşuşturursun.
Ve bazen de olur ki; bir bulut gibi gölgeleyeceğin toprakları beklersin.
Hem o an hırçınlaşırsın,
Kara bulutlar gibi hızlı hızlı
Yol almaya başlarsın.
Şimşekler çakarcasına hareket edersin.
Daima ağlayacak toprakları beklersin.
Sevdasından divane olmuşçasına,
Kimsenin seni anlayamadığını düşündüğün an,
Öfkelenir etrafına zarar vermeye başlarsın.
O dem öyle bir dem olur ki;
Nice gelinleri alıp götürürsün.
Nice damatlara kan kusturursun.
Kimisini dışarı atarken, kimisine de hayatı zindan edersin.
Şimdi yavrucuğum sana gelmiş.
Onu incitmeyesin,
Onu kırmayasın,
Ben biliyorum ki; sen kızdın mı adeta insanı yeryüzünde silersin.
İnsanı bir meçhul edip gönderirsin.
Ah be, biz sevsek bile sen sevmesini bilmezsin.
Ama kızdın mı yutmasını bilensin.
Allı Murat,
Şanlı Murat,
Ne olur sözüm iyi dinle Murat.
Sen her çeşmeden beslenirsin.
Nice ovada gelir geçersin.
Her güzelden bir tat varken,
Sen onlardan can alırsın.
Ah be allı Murat,
Şanlı Murat,
Hicran gözyaşları döktüren Murat
Ak saçlı ihtiyarları ağlatan Murat.
Saf çocukları yetim bırakan Murat
Benim Murat’ı benden alan Murat.
Zalim Murat,
Şefkatsiz Murat,
İnsanlara kan kusturan Murat.
Ne olur oğlumu bana geri ver.
Kurban olduğum Murat.
Murat’ın annesi nehir kenarında bu feryatlı şiiri bir sitem misali ağıtlaştırarak okuyordu. Herkes ağlıyordu askerler, köylüler- ak saçlı ihtiyarlar hepsi bir bir ağlıyordu. O gün mahşer gününe döndü.
Hele bir şey vardı ki; Murat’ın babası İstanbul’da inşaatlarda çalışıyordu. Ona tam olarak Murat’ın kaybolduğu haberini vermemişlerdi. Sadece ‘’Murat çok hasta gelip şehre götür’’demişlerdi. Adamda tek çocuğu Murat’ı canından çok seviyordu. İki günlük yolculuktan sonra köyüne gelmiş. Köyde hiç kimseyi göremeyince büyük bir korkuya kapılmıştı. Hemen çantasını eve bırakmış sadece oğluna aldığı güzel oyuncakları yanına almıştı. Köy meydanında bir deli kalmıştı. Onu görmüş o delinin Murat’ın nehre düştüğünü söylemesi üzerine, babası koşa koşa nehrin kenarına gelmişti. Herkesi orada gören Hüseyin amca hemen eşinin yanına geldi. Eşini feryatlar içerisinde görünce büyük bir kriz geçirdi. Kendini paramparça ediyordu. Onu bir türlü tutamıyorlardı. Eşinin yanına koşuyordu.
—yalan deyin
—Bu yalan deyin
—Murat’ım ölmemiş deyin. Yoksa ben kendimi öldürürüm. Bana yalan deyin!’’
Eline aldığı taşları toprağı Murat nehrine fırlatıyordu. Murat nehrine öyle bir sitem ediyordu ki; herkes kulaklarını tutmuştu duyup ağlamamak için. Onun geldiği zamanı hatırlıyorum o an benim için ölmek olsaydı hemen ölmek isterdim Bahtiyar kardeş.
Hüseyin amca nasıl dağın başında göründü. Bütün köylüleri büyük bir feryat tuttu. İlk defa gördüm bu kadar yüksek sesle erkeklerin ağladığını bütün erkekler ‘’eyvah
Eyvah biz öleydik de bugünü görmeyeydik’’diyorlardı tam on tane köylü Hüseyin amcaya koştu zapt etmek istediler. Ne yaptılar olmadı. Adam kendini parçalıyordu. Onu durduramıyorlardı.’’Murat’’diye bağrışı adeta yeri göğü inletiyordu. Onun bu halini gördükten sonra ben o an ölümün bizlere ne kadar yakın olduğunu anladım. Hem de gayet çok iyi anladım. Ama kim bilir belki ömrümde görebileceğim en büyük acı bu oldu. Hele babası aldığı oyuncakları bir bir Murat nehrine atarken
İnsan görmeliydi. Hem feryadı figan ediyordu. Hem de aldığı güzel hediyeleri bir bir atıyordu.
İşte böyle Bahtiyar ondan sonra akşam olduğunda, sizin Hasan ağa köylülerden birini arayınca durum daha kötüye gitti. Çünkü şimdi ki durum Murat nehrininkinden daha acıklı daha kötüydü. Çocuğun vahşi doğa hayvanları tarafından param parça edilerek yenilişi, insanın içini ürpertiyor. Adeta insanın kafa oynatmasını an meselesi yapıyordu. Böyle durumda olmayı hiç kimse istemezdi. Hüseyin amcanın ailesi evi ocağı yıkıldı artık.
Bahtiyarla bu genç böyle kısa bir söyleyişten sonra birbirinde ayrılıp vedalaştılar. Bahtiyar bu olayın şokundan kurtulmak için erkenden yatmak istedi. Yatağına doğru giderken evin penceresinde Asya'nın baktığını gördü. Ona bir el sallayıp odasına geçti. Böyle kötü bir günün etkisinden kurtulmak için en iyi şeyin uyku olduğunu biliyordu. Hızlı bir şekilde odasına geçti. Odasına giderken bile hüngür hüngür ağlıyordu. Sevdiği kız Alev'in ölümünden de bu kadar ağlamıştı. O zamanda ölüm ona bu kadar yakın bir yerden geçmişti. Konuk komşu herkes Alev için gelmişti. Ama kurtuluş olmadı mı Allah verdiği canı tekrar almak istedi mi, ne çare kim bir şey yapabilir ki.
Feryadı figanlar dışarıda halada kopuyordu. Murat’ın babası seyisler gibi ağlaya ağlaya bayılmıştı. Alaca geyiklerin gözlerinden daha güzel gözlere sahip olan, orta boylu kalem kaşlı, kara gözlü, başında yırtık bir yazma yer alan 30 veya 32 yaşlarında olan annesi de feryadı figanlar içinde düşmüştü. Hastane de onlara sakinleştirici iğne yapılmıştı. Baygın duruyorlardı o kadar ağlamışlardı ki gözleri şişmiş, ağlamaktan bitkin bir hale düşmüşlerdi. Köylüler zor bela bunları köylerine götürüyordu. Cenazeyi alıp gece çok geç saatlerde, yani sabaha doğru bir vakitte Alaca köyüne ulaştırdılar. Yolda arabalar kovboy halinde hareket ediyordu. Her arabada feryatlar yükseliyordu. Ağıtlar birbirinin ardın sıraya düşmüş dertli divane bir halde söyleniyordu.
O köylüler cenazelerini alıp götürdükten sonra Hasan ağa ve bazı köylülerde onlara eşlik etmişti. Çocuğu mezara götürdükten sonra bunlarda köyüne döndü.
Artık sabah olmuştu Bahtiyar erkenden uyanıp sürüyü önüne kattı. İçinde büyük bir boşluk olduğunu biliyordu. Korkak ve ürkek bir ceylan misali hayvanlara yanaşıyordu. Anlaşılıyordu ki Bahtiyar dün akşam ki olayın şokunu atlatamamıştı. Sürünün önünde rahvan atlar gibi koşuşturan zağar köpek tek heyecanlıydı. Ve aynı zamanda çok keyifliydi. Sürünün etrafında gidip geliyordu.
Ahmet amca ve diğer işçilerden Yavuzda kalkmışlardı. Onlarda dün akşam ki olayı atlatamamanın etkisindeyken Ahmet amca Bahtiyar’a
—oğlum sen sürünün yanına gidiyorsun. Ne olur dağda bayırda yatmayasın tamam mı?
—Ahmet amca ben zaten yatamam. Böyle büyük bir facia gördükten sonra artık uyku bana haram.
—Bahtiyar hayvanları günde en az iki üç defa say. Kayıp olmasın, sonra çok zor duruma düşersin.
—ben zaten sayıyorum.
—tamam, hadi görüşürüz.
—size kolaylık gelsin amca.
—sağ olasın.
Bahtiyar sürüyü önüne katıp uzun yola düştü. Hasan ağanın kızı pencereye çıkıp gizliden perde arkasında Bahtiyar ‘a bakıyordu. Ta ki Bahtiyar kaybolana kadar Ondan sonra dönüp kahvaltısını yapıyordu. Bir ara annesine:
—anne bizim bu çoban okulda okuyormuş. Bu işi becere biliyor mu? Diye sordu.
Annesi:
—kızım o hem çok ağır başlı, hem de çok efendi biri. İlk defa bunun döneminde hayvanlarımız tok dönüyor. O kadar süredir buradadır daha bir gün benim yüzüme baktığını görmedim. Vallahi şunu diye bilirim ki ben başka bir yerde bununla karşılaşsam o beni tanımaz. Çok küçük yaşta babasını kaybetmiş, o annesi ve iki küçük kız kardeşi geçinip gidiyorlarmış. O hem okul okuyor hem de ailesine bakıyormuş.
—vay be anne peki bu halde okuya biliyor mu?
—Asya çocuk okuduğu okulda en başarılı öğrenciymiş. Aynı zamanda okulunda çok mu çok seviliyormuş. Yani okulun en gözde öğrencisiymiş helal olsun vallahi
—Ha kızım ben bu çocuktan bir şey anlamadım. O da buraya geldiğinden beri çok dalgın olmasıdır. Kimseyle fazla konuşmaz Ahmet’ten öğrendiğime göre çok kitap okuyormuş ve her zamanda günlük tutuyormuş.
Asya artık hayallere dalmıştı, Bahtiyar’a hayranlığı biraz daha artmıştı. Artık âşık olduğunu tahmin ediyordu. Âşık olmaktan çok korkmasına rağmen âşık olmuştu işte. Hem de yanlarında çalışan fakir bir çobana. Aşk budur, işte ne ferman dinler ne de başka bir şey.
Bahtiyar hayvanları dağın yamacına salmıştı. Eline kavalını alıp ‘’Bingöl şewti mıj dumane negri negri daye negri’’(Bingöl yandı sis dumandır. Ağlama ağlama ana ağlama)parçasını çalıyordu. O kadar yanık çalıyordu ki o çevrede olan diğer gavanlar(çoban) bile yerinde donup kalıyordu çaldığı parçalar bitene kadar.
Sonra da yanık sesi ile uzun havalar çekiyordu. Öğlen olununcaya kadar öğlen vakitlerinde sürüyü yakın bir yere getiriyorlardı. Kadınlar gelip hayvanları sağıp dönüyordu. O gün Hasan ağanın hanımı yanında kızı Asya ile birlikte gelmişti. Ayşe teyze hayvanları sağarken Asya da Bahtiyar’ın yanına gelmişti. Bahtiyar’a yanaşıp:
—Selam Bahtiyar nasılsın. Dedi:
Bahtiyar da güzel bir gülümseme ile:
—teşekkür ederim sen nasılsın.
—iyilik işte ne yapalım eğlenip vakit geçiriyoruz.
—güzel bir şey
—e Bahtiyar sen bu işte çok zorlanıyor musun?
—hayır, önceden de yaptığım için zorlanmıyorum ama dünkü olay beni çok sarstı. Halada onun etkisindeyim.
—hiç sorma ya ben de ömrümde ilk defa böyle büyük bir acıyla karşılaştım. İnan ki akşam yatamadım sanki duvarlar üstüme geliyordu. Toprak ölüm için beni konuşturmak istiyordu.
—Çok zor bir durum Allah o acıyı dağın başındaki kurtların bile başına getirmesin.
—Bahtiyar senin okul hayatında başarılı biri olduğunu duydum. Sabah sen giderken anneme sordum o anlattı.
—o kadar başarılı biri değilim sadece derslerime düzenli çalışıyorum ve koyduğum hedeflere ulaşmak için gayret gösteriyorum.
—biz paralı okullarda okuyoruz siz ise para bulmakta zorlanıyorsunuz aynı zamanda siz alın teri döküyorsunuz biz ise babalarımızın cepleri ile geçiniyoruz. Allah sizin yar ve yardımcınız olsun.
—teşekkürler.
Bahtiyar Asya'nın bu konuşmalarını pür dikkat dinlemişti. Onun bu kadar düşünceli duygudaşlık kuran biri olması ve insanlar arasında ayrım yapmaması gibi özelikleri taşımasından dolayı kendisinden çok memnun olmuştu. Zengin olup paralar içerisinde okuyan bir kişinin böyle düşünceli konuşması gerçekten insanı mutlu ediyordu. İnsanlar arasındaki anlaşmazlığın parasal nitelikle kaideli olmadığını gösteriyordu.
Asya hiç konuşmadan Bahtiyar’a bakıyordu. Anlaşılan onu çok sevmeye başlamıştı. Sevmek: bu kelime insanın yüreğini dağlatır. İnsanı olur olmaz hayallere sürükler gâhî gündüz gâhî gece dar yollarda, patikalara sürükler. İnsanın yutkunmasını önler, insanın nefes alıp vermesini bile zorlaştırır. Yardan uzak olma insana ölümlerden, sırtından kanlı hançer izlerini görmeden her gün vücudunun bir değil bin parçalara bölünmesinden daha zor gelir. Hele bir de sevgili ile yan yana olup derdini anlatamama insan için zakkum ağacından binlercesinin boğazı yırtıp delmesinden bin çeşmeden zehirli ırmaklar akıtan gözlerin suyunu içmekten daha zor gelir. Sevmek küheylan misali olan atın arkasında iz sürmeye benzer. Rahvan atların sahra çöllerinde dörtnala gitmesine benzer.
İşte Asya da dediğimiz bu sevdaya tutulmuştu. Bahtiyar’ın yanında ayrılmak istemiyordu. Bir an olsun gitmek istemiyordu. Yanlış anlaşılmasa köylerde laf dolaşmazsa her gün her saat onunla dağ bayır demeden dolaşmak isterdi.
Her dem onun yanında olup kokusunu almak bile onun için saraylarda yaşamaya al mermerli nakışlı şatolarda yaşamaktan daha güzeldi.
Sadece Bahtiyar’ın ona bir bakışı ise yüreğe saplanan bin hançerden daha etkiliydi. Ve yüreği daha fazla kanatırdı. Böyle bir aşkın etkisinden kurtulmak insanın uçsuz bucaksız çöllerden susuz kalıp kurtulmasına benzerdi. Bahtiyar Asya için bir şeyler hissetmiyordu ama ona baktığında Alev’i hatırlıyordu. O canından çok sevdiği her dem onunla aynı nefesi solumak istediği aydan da güzel kalem kaşlı dilberdudaklı Alev'ini özlüyordu. Ve bu Asya yi ona benzetiyordu. Onun için bazen o kıza baktığında kendini kaybeder biraz dalardı. Aşk insana zehirli tatlı şerbetini böyle içirirdi.
Belli bir zaman sonra Bahtiyar yemeğini yemek için Asya'dan izin isteyip biraz uzak bir yere gitti. Utanıyordu, onun yanında yemek yemeye, yemeği ise bir adet soğan iki domates, tuz ve bir şişede ayrandı.2 adette ekmek vardı. Bahtiyar çeşmenin başına geçti yemeğini yiyordu. Asya ise yerinde dona kalmıştı. Öylece dalıp gitmişti. Kara kara düşünüyordu. Birden yanına iki kız arkadaşı geldi. Salına salına bir yürüyüşleri vardı. Aralarında komik bir şeyler anlattıkları belli oluyordu. Çünkü kadar gülüyorlardı ki neredeyse yere yığılı vereceklerdi. İkisi de orta boylu az kilolu, on sekiz yirmi yaşlarında olan iki genç kızdı. Yavaş yavaş Asya’nın yanına geliverdiler. Tokalaştıktan sonra Asya:
—iki cadı yine ne konuşuyorsunuz böyle güle kırıla geliyordunuz.
Onlardan ismi kader olan:
—hiç biraz eski anıları açtık da yaptığımız yaramazlıkları anlatıyorduk.(tekrar gülmeye başladılar) Asya:
—e neymiş bunlar biraz anlatın bende duyayım.
—Olmaz Asya.
Kader tam susmuşken Ayşe devreye giriyordu.
—Asya biliyor musun sabahtan beri neyin tartışmasını yapıyoruz.
—hayır, nerden bileyim.
Kader Ayşe ye kaş göz işareti yapıyordu ‘’sakın söyleme’’manasında Ayşe ise hiç dinlemiyordu.
—biz sabahtan beri şu çeşmenin başında ekmek yiyen genç var ya onu nasıl tavlayabileceğimizin hesaplarını yapıyoruz(o an Asya adeta beyninde vurulmuşa dönmüştü. Sanki başında kaynar sular dökülmüştü. O an kalbinden bin hançer yemişe dönmüştü.)aynı zamanda şarta girmişiz o genç ikimizden hangisini severse diğeri ona ilçeden bir hatıra defteri ve bir kolye alacak.
Asya:
—ikinizde kaybederseniz ne olacak.
Kader:
Biz mi ha ha hay yesinler onu. Bize hayır diyecek genç daha anasının karnından doğmadı.
.
Ayşe: biz bugüne bugün istediğimizi başarırız.
Asya ise bu iki şımarığın yanında bulunmaktan dolayı kendinden utanıyordu. O kadar sıkılmıştı ki neredeyse patlayacaktı. O an her olduysa oldu. Bahtiyar Asya ya bir şeyler söylemek istiyordu onu çağırdı.
Asya Bahtiyar’ın bu el sallayışını gördükten sonra hemen koşa koşa yanına gitti. Ayşe ve kader ise bu hareketi gördükten sonra bir Osmanlı tokadı yemiş gibi yerinde dona kaldılar. Adeta dut yemiş bülbüle döndüler o an birde Asya'nın koşarak gittiğini görmeleri onlar için artık buzların çözüldüğünün bir göstergesi oluyordu. Artık yüzler maskelerini indiriyordu. Onlarda anladılar ki karşılarında çok çetin bir rakip var.
Asya ise Bahtiyar’ın yanına varmıştı bile Bahtiyar Asya’ya: Asya sana biraz kaval çalayım mı?
Asya o kadar sevinmişti ki neredeyse yerinde uçacaktı.
— inanmıyorum ya gerçekten çalar mısın?
—evet, çoktan beri çalıyorum sen yeter ki istediğin parçayı söyle ben hemen çalarım.
—tamam, olur benim için sıkıntı yok.
Bahtiyar eline kavalı almıştı. Başladı.
‘’bu tepe pullu tepe’’den döktürmeye o kadar güzel çalıyordu ki Asya kendini dünyanın en mesut insanı görerek hayaller âlemine dalmıştı. O kadar mutlu olmuştu ki bir an kendini mıncıkladı ‘’Allah’ım ben rüyada mıyım’’diyordu. Bahtiyar o kadar güzel çalıyordu o çevrede hayvanları sağan bütün kadınlar kızlar oraya toplanmaya başladı. Herkes işi gücü bırakıp çeşmenin başına gelmeye başladı. Bahtiyar ise türküden türküye geçiyordu. Hem kavalını öttürüyor hem de türkü söylüyordu. Asya da ona eşlik etmeye başladı. Özelikle bir türküyü o kadar güzel söylüyorlardı ki. İnsanın saatlerce tekrar söyletmesi kâfi geliyordu’’sevdim bir köylü kızını’’bu türküyü o kadar güzel söylüyorlardı ki yürekler parçalanırcasına herkes o ikisini büyük bir hayranlıkla izliyordu. İkisi aynı zamanda o kadar bir birlerine yakışıyorlardı ki hiç kıskanmamak elden değildi. Ayşe ve kader de oraya gelmişlerdi. O kadar kıskanıyorlardı ki çok şişen bir balona toplu iğne dokundurduğunuzda hemen patlaması misali Neredeyse çatlayacaklardı. Tam yarım saat boyunca türkü söyleyen Asya ile Bahtiyar artık yorulmuşlardı. Bahtiyar kavalı yere bıraktı ve hayvanları kaldırmak için hareketlendi. Kadını kızı herkes o gün mest olmuştu. Ona teşekkür edip oradan ayrıldılar. Asya ise ömrünün en mutlu gününü yaşamıştı. Bahtiyarla birlikte sürüyü hareketlendirdi. Ve bugün için Bahtiyar’a teşekkür ettikten sonra oradan ayrıldı. Kadın milleti bu ya bir laf ağızlarına düştü mü artık onların ağzından çıkması imkânsız olur. Bu da öyle bir meseleye dönmüştü artık. Herkesin ağzında Bahtiyar ve Asya vardı. Köylülerin dillerine düşmüşlerdi artık.
Bahtiyar ise her şeyden habersiz sürüyü şerefin derinliklerine doğru götürüyordu. Alacakaranlık misali olan yerlerden geçiyordu. Sırtında erzakı, elinde kavalı, dilinde ise meçhule giden gemiler misali ayrılık türküleri dökülüyordu. Sürü ise büyük bir sessizlik içerisinde onu takip ediyordu. Sanki bir sürü yokta o sürünün yerinde dağlar taşlar duruyordu Bahtiyar türkü söylediği zaman hepsi bir seksizlik içerisine girerdi. Sefine dağının yamaçlarına doğru sürüyü yayan Bahtiyar yemyeşil ve buz gibi olan gözelerden su içiyordu. Hem de kana kana kim bilir belki de bu onun buradan son içişi olacaktı.
Asya ise köyde annesinin yanında onunla birlikte nakış örmeye çalışıyordu. Köy kızlarının hepsi için nakış yapma çeyizlik hazırlama en büyük erdemlerden ve yapılması gereken en önemli şeylerden biri sayılırdı. Asya da annesi ile birlikte nakış yapmaya çalışıyordu. Ama hep aklında canından çok sevdiği Bahtiyar vardı artık ona deli gibi âşık olmuştu. Annesi de onun bu hareketlerinde ki değişikleri fark ediyordu. Hele bir de Bahtiyar’ in bahsi açıldı mı Asya'nın heyecanlı dinleyişleri onun gizemli dünyasını açığa çıkarmaya başlamıştı. Asya kimsenin farkında olmadığını düşünse de sabahları hemen kalkıp onun ardından bakması ve akşamları geliş saatleri yaklaştığında evden çıkıp o yola doğru geziler yapması onun sırlarını bir bir ele veriyordu.
Ahmet amca ise bugün herkesten farklı olarak bir iş yapmaya çalışıyordu. Yakaladığı keklikler için çok özel bir kafes yapmaya çalışıyordu. Yani ağanın yanındaki işini unutmuş kendini kafes yapmaya vermişti. Asya’nın her gün gelip yolları gözlemesi ve Bahtiyar geldiği zaman sevinçten havalara uçması onun bile gözlerinde kuşku uyandırmıştı.
Bahtiyar’ı çok seviyordu her zaman her yanında bulunuyordu hatta bir gün Bahtiyar’ın annesi ve kardeşlerini çiftliğe getirmek için ağadan izin istemişti. Ağa da onların gelmesi için izin vermişti. Ahmet amca yarın yola çıkıp Bahtiyar’a sürpriz yaparak annesi ve iki cici kız kardeşlerini getirmeye gitme planı yapmıştı. Onun için yapacağı kafesi ve yakaladığı keklikleri götürüp onlara hediye edecekti. Anlaşılan oydu ki Bahtiyar’ı çok güzel bir sürpriz bekliyordu.
Hasan ağa ise her hafta Bahtiyar’ın ailesine harçlık gönderiyordu. Onların durumunun çok kötü olduğunu biliyordu. Onun için onlara her dem için yardım elini uzatacağına dair hanımına söz vermişti. Çünkü bu fikir ağanın hanımında çıkmıştı. Ağanın hanımı çok yumuşak huylu nazik ve nazmenin bir insandı. Fakir insanlar için yapmayacağı hiçbir şey yoktu.
Ahmet amca onun için hızlı hızlı işlerini yapmaya çalışıyordu. Çünkü Bahtiyar’ın annesini ve kardeşlerini görmeye gidecekti.
Bahtiyar her şeyden habersiz sürü otlatıyordu akşam vakti olmuştu. Artık hayvanlarını alıp evin yolunu tuttu. Ama ana ve kardeş özlemi yüreğini yakıp yıkıyordu. Adeta tarumar ediyordu.
Hayvanlar çiftliğe yaklaşınca Asya tekrar pencereye çıkıyor Bahtiyar’ın geldiği anı izliyordu. Bahtiyar yaklaştığı vakit pencereden ona el sallıyordu. Bahtiyar ise gülümsemeli bir tebbesüm ile ona cevap veriyordu. O an kader ve Ayşe de yolda geçiyorlardı. Şakacıktan yolunu değiştirip Bahtiyar’ın olduğu yoldan geçmeye karar verdiler. Aslında onlar bir plan dâhilinde hareket ediyorlardı. Yani planlarını yapmışlardı. Tam yolun kenarında Bahtiyarla karşılaştılar. Asya da pencereden olanları izliyordu. O kadar sinirlenmişti ki o ikisini bir kaşık su da boğsa doymayacaktı. Bekledi, durumun nasıl olacağını görmek için Ayşe ve Kader ise Bahtiyar’ın yanına gelip nazik bir eda ile:
—Selam Bahtiyar nasılsın’’dediler
Bahtiyar da nezaketli bir hal ile:
—teşekkür ediyorum sizler nasılsınız’’dedi.
Kader hemen kurnazlığını ortaya dökmeye başladı:
—Bahtiyar sen güzel kaval çalıyorsun ve bir o kadar da güzel türkü söylüyorsun. Vallahi inanamadık.
—Bahtiyar onların yüzüne bakmadan:
—iltifat ettiğiniz için sizlere teşekkür ediyorum.
Ama ben bu kadar iltifata layık biri değilim Asya ben den daha güzel söylüyor. Bence bu iltifatları ona yapsanız daha iyi olur.
Kader ve Ayşe'nin morali bozulmuştu. Bir anda yüz ifadeleri değişti. Neredeyse maskeler yüzlerden çıkacaktı. Asya’nın kuyusunu kazmak için her yolu denemeye karar vermişlerdi. Bir de bu sözü duyduktan sonra artık ona açıktan açığa savaş açmışlardı.
Bahtiyar konuşmama anını fırsat bilerek:
—arkadaşlar beni sorduğunuz için çok teşekkürler gitmem gerek sürü dağılır. Ondan sonra başa çıkamam. Hele bir de bugüne kadar benim dönemimde hayvanlar başkasının arazisine hiç girmemiş. Öyle bir şeyin olmasını da hiç istemem. Ondan dolayı benim hemen gitmem gerekir.’’dedi ve hemen oradan ayrıldı.
O an iki kızın benzi sararıp solmuştu. Hiç bir şey demeden yollarına devam ettiler. Pencerede olan Asya ise olanları dakika dakika izliyordu. Onlar gittikten sonra hemen aşağı inip Bahtiyar’ın yanına geldi.
—Bahtiyar hoş geldin’’dedi
Bahtiyar onu görünce hemen sevindi. Ve birazda gülümseyerek:
—teşekkürler. Asya nasılsın günün nasıl geçti.
—benim ki iyi asıl senin gününü sormak gerekir. Çünkü sabahtan akşama dağlar başında ovalarda kayalıklı yerlerde güneşin kızıştığı anlarda gölgesiz yerlerdesin. Senin bu günün nasıl geçti.
—iyidir Asya takılıp gidiyoruz.
Aslında Asya'nın aklı fikri Bahtiyarla o iki cadı arasında geçen konuşmalardandı. Artık kendini tutamıyordu.
—Bahtiyar bizim köylü iki kız biraz önce senin yanına geldiler ya onlar seninle ne konuştu.
—onlar mı? Hiç ya bana çok güzel türkü söylediğimi söylediler. Yani anlayacağın biraz iltifat yapmaya kalktılar. Ben de onlara bana bu kadar iltifatı yapacağınıza gidin Asya’ya yapın dedim. Çünkü o daha güzel söylüyordu dedim. Ondan sonra onlar hiç konuşmadan gittiler.
Asya artık rahat bir nefes almıştı. Derin bir ‘’oh’’ çektikten sonra:
—iyi ki onlara öyle cevap vermişsin. Hep benim kuyumu kazmaya çalışıyorlar. Onlarla alıp veremediğim hiçbir şey de yok. Biraz dedikoducu insanlardır. Arkamda konuşup dururlar.
—boş ver onları Asya sen kendine bak insan her şeyi takarsa o zaman hayatın hiçbir anlamı kalmaz ki insan hep kuşkuyla yaşamak zorunda kalır.
—doğruya en iyisi insanın boş vermesi
—Asya şimdilik görüşürüz benim hayvanları saymam lazım.
—tamam, görüşürüz Bahtiyar.
—görüşürüz.
Bahtiyar hayvanları saydıktan sonra gelip eve geçti anlaşılan çok yorulmuştu. Yemek yemeden hemen biraz uzanıverdi. Ahmet amca gelip Bahtiyarı kaldırdı:
—Bahtiyar kalk ne oldu böyle uzandın hem de hiçbir şey yemeden.
—Ahmet amca çok yoruldum ben biraz dinlensem iyi olur.
—tamam, sen bir çay iç yorgunluğunu kaldırır. Hadi kalk.
—Bahtiyar Ahmet amcaya itiraz etmek istemiyordu. Çünkü onu çok seviyordu hemen kalkıp üstüne başına düzen verdikten sonra oturup sıcak bir çay içtiler. Ondan sonra Bahtiyarla arkadaşları dışarı bir iki tur attılar. Biraz dolaştıktan sonra gelip erkenden yattılar. Çünkü sabahları erkenden işlerine gidiyorlardı. Bahtiyar yatağa uzandığında bir o yana bir bu yana kıvranıp duruyordu. Uykusu gelmiyordu, büyük bir kuşku ve çaresizlik içerisindeydi. Yani içinde büyük bir stres vardı. O gece tam üç saat boyunca yatağında kıvranmıştı. Yatmıştı yatmasına yine her zaman gördüğü rüyayı görüyordu. Ama bu defa babası ona şart koşuyordu.’’oğlum yarın gelip bize yetişmen gerekir yoksa annen onlar gelip seni götürecekler senin kesinlikle gelip bize yetişmen gerekir. Biz seni bekleyeceğiz. Ondan sonra annesi uzaktan ellerini açıyordu ‘’Bahtiyar’ım gel elimden tut buralardan gidelim’’diyordu. Ama ne yaptıysa olmuyordu tam annesinin ellerini tutacakken annesi gözden kayboluyor babasının elini tutmuş oluyordu. Ondan sonra bir sürü kurt yanlarına gelip gidiyordu.
Bahtiyar sabahları uyanıp bu rüyanın etkisinden zar zor kurtuluyordu. Ama işte bugün öyle bir gün değildi Bahtiyar’ın rüyanın etkisinden kurtulması hiç kolay olmuyordu. Bacakları titriyordu. Aklında büyük bir ölüm korkusu vardı. Ne yapacağını bilemiyordu.
Sabah erkenden kalkıp kahvaltısını yaptı. Evi temizledi. İki üç defa Ahmet amca onlara baktıktan sonra hızlı bir şekilde evden ayrıldı. Sürüyü alıp yola düştü. Asya yine pencereye çıkmış ona el salıyordu. Bahtiyarda aynı şekilde karşılık veriyor. Ondan sonra tekrar yoluna devam ediyordu. Tam şerefin derinliklerine doğru gelirken aklına yine ölüm korkusu geliyordu. Şaşırmıştı, ne yapacağını bilmiyordu. Sanki işi gücü çokmuş gibi hızlı hızlı hareket ediyordu. Sürüsü otlanırken kendisi sefine dağının yamacın gidip o soğuk gözelerden kana kana su içiyordu. Sonra gözenin başına oturup kara kara düşünmeye başlıyordu. Aklı hep dün akşam gördüğü rüyadaydı. Neden babası ona ‘’oğlum yarın kesin gel, seni bekliyoruz ‘’demişti. Bahtiyar’ın aklı fikri bu sözlerdeydi.
O gece Asya’da ilginç bir rüya görmüştü. Rüyasında Bahtiyar’ın kendisi ile vedalaştığını görmüştü. Yalnız bir şey vardı ki Asya’nın aklını hep o şey karıştırıyordu. O da rüyada Bahtiyar’ın bembeyaz elbiseler içerisinde olmasıydı. Yani beyaz kefenlere bürünmüş olan Bahtiyar’ı görmesi onun rüyadan çığlık atarcasına bağırmasına sebebiyet göstermişti. Ondan sonra sabaha kadar yatamamıştı. Rüyasını da hiç kimseye anlatmamıştı. O korku ve endişe ile sabah hemen pencere önüne gelip Bahtiyarı görünce ona el sallamıştı.
Ahmet amca Bahtiyargillerin köyüne gidip sürpriz olarak annesi ile iki cici kız kardeşi olan Hasret ile Keziban’ı getirecekti. Yola da düşmüş olan Ahmet amca onların köyüne yakın bir yere gelmişti bile.
Bahtiyar ise her şeyden habersiz öğlen olduğu için sürüyü sağılmanın olduğu meydana getirmişti. Kadınlar kızlar hep gelmişlerdi. Asya da annesi ile birlikte gelmişti. Anlaşılan son bir defa Bahtiyar’ı görecekti. Bahtiyar da son bir defa onları görecekti. Asya sabırsızlıkla beklerken bir de baktı ki karşıdan Bahtiyar ve sürüsü geliyor o an Asya derin bir bir nefes alıyordu. Çünkü rüyanın etkisinden kurtulamamıştı. Bahtiyar gelince selamlaştılar ondan sonra biraz tur atmaya başladılar Asya Bahtiyar’a:
—biliyor musun bugün benim içimde çok büyük bir korku var.
—Asya benim de öyle, çok korkunç rüyalar görüyorum. Hem de çoktan beri hiç kimseye söyleyemiyordum.
—boş ver Bahtiyar günümüzü karartmayalım. Bugünün nasıl geçti.
—durgunlukla çelişkiyle ve büyük bir stres ile geçti. Gerçi daha öğlen ama ne yapalım böyle karamsar olmakta varmış.
—Bahtiyar bize kaval çalacak mısın? Vallaha ben tek istemiyorum bugün görüyor musun köyden ne kalabalık gelmişler. Onlar hep seni dinlemek için buradalar.
—tamam, çalarız haydi öyleyse gidelim.
Asya ve Bahtiyar çeşmenin başına geldiler, Bahtiyar kavalını çalmak için hazırlığını yaptı kavalı eline alıp çalmaya başladı. O çalıyordu Asya ise türkü söylüyordu. Kadınlar kızlar hep onları dinlemeye gelmişti herkes işi gücü bırakıp onları dinliyordu. O kadar güzel birbirlerine eşlik ediyorlardı Ki an o çeşmenin yanındaki ağacın başında olan kuşlar bile ses çıkarmıyordu. Hiç bir hayvandan ses çıkmıyordu. Hepsi yerinde dona kalmıştı.
Ama bir şey vardı ki insanın aklına kuşku düşürüyordu. O da Bahtiyar’ın çaldığı bütün parçaların ayrılık ölüm üzerine olması idi.
Asya bile bunu fark etmişti. Hatta bir defasında Bahtiyar ‘’ölüm ölüm olsaydı’’türküsünü çaldığında Asya kızıp:
—Bahtiyar ne olur şu türküleri değiştir. Bugün hep ayrılık ölüm türküleri çalıyorsun ben korktum vallaha.
—Bahtiyar türküleri değiştirmişti. Biraz daha çaldıktan sonra Bahtiyar artık kavalı bırakıp sürüyü kaldırmak için hareket ediyordu. Giderken şöyle bir dönüp Asya’ya:
—Asya biliyor musun sen çok iyi birisin. Seni tanıdığım için kendimle gurur duyuyorum gidişte gelmemek var onun için hakkını helal et.
Asya büyük bir şaşkınlığa düşmüştü. Ne diyeceğini bilemiyordu. O an içinden sanki bir parça kopmuştu. Şaşkın şaşkın Bahtiyara baktı. Daha sonra:
—Bahtiyar ne vedalaşması, ne helalleşmesi sen ne demek istiyorsun sanki gidip gelmeyecekmişsin gibi konuşuyorsun. Ne olur bir daha böyle bir şey deme olur mu?
—tamam olur.
Asya ile Bahtiyar ayrıldılar Bahtiyar sürüyü alıp yine yollara düştü. O yüksek kayalıklı o sarp dağların olduğu, bir insanın geçmekte sorun yaşadığı o mor dağların yamacına doğru hayvanları sürdü. Zağar köpek ise yine en öndeydi. O bile bugün miskin hareket ediyordu. Sürü o dağlara doğru gitmek istemiyordu lakin Bahtiyar önde olduğu için onlar arkasından gitmek zorunda kalıyorlardı.
Ahmet amca Bahtiyar gülün köyüne gidip annesi ile cici iki kız kardeşlerini alıp getirmişti. Kız kardeşleri o kadar sevinçliydi ki birbirlerinin ellerine çakıp duruyorlardı. Anneleri de bu sürprizden çok mutlu olmuştu. Şunu anlamıştı ki onlar çocuklarına iyi davranıyorlar.
Hasret annesine dönüp:
—anne bugün ağabeyi göreceğiz değil mi?
—evet kızım
Keziban hemen söze karışıyordu.
—Ahmet amca Bahtiyar ağabeyime söyleyin bana defter kalem alsın.
—tamam, kızım zaten o çalışıyor ya hem size defter alacak hem de kalem kitap.
—biliyor musunuz amca, biz ağabeyimizi çok özledik o evde olduğunda hep onunla oynardık o gittikten sonra biz doğru düzgün hiç oynamadık. Çünkü annem Bahtiyarın gidişinden sonra hep ağlıyordu. Akşamları yatakta ağlarken onun gözyaşları üzerimize düşüyordu. Biz ıslanıyorduk ama belli etmek istemiyorduk ama bak bugün onu göreceğiz.
—artık hiç ağlamaya gerek yok. Nede olsa ağabeyinizi göreceksiniz.
Hasret ve Keziban sevinç içerisindeydiler. Mutlulukta arabada oynaşıp duruyorlardı. Yolcularda anlayışlı oldukları için hiç kimse bir şey demiyordu.
Asya onların evinden de büyük bir hazırlık yapılmıştı. Özelikle Asya bu sürprizden çok memnun olmuştu. Çünkü canından çok sevdiği erkeğin ailesini görmek isterdi. Annesinden daha çok çalışıyordu. En güzel yemekleri yapmak için elinden gelen her şeyi yapıyordu.
Artık vakit akşama yakın bir vakitti. Bahtiyar hayvanları getirmek için harekete geçmişti. Sürüyü önüne katıp eve doğru geliyordu. Dilinde ‘’dağlar seni delik delerim’’türküsü vardı. Biraz geldikten sonra nasıl arkasına döndüyse, o sarp o kayalıklı tek patika yollu dağın yamacında beş altına koyun gördü. Hemen köpeği yanına alıp onları getirmek için var gücüyle koşmaya başladı. Çünkü gün gittikçe kararıyordu. Artık güneş batmak üzereydi. O yüksek başında duman eksik olmayan dağın yamacına gidip hayvanları getirmek Azrail ile oyun oynamaya benzerdi.
Aslında Bahtiyar gitmek istemiyordu. Oraya gitmekten çok korkuyordu ama Hasan ağanın kendisine çok iyi davranmasından dolayı, ona karşı mahcup olmak istemiyordu.
Hava artık kararmıştı. Bahtiyar o dağın yamacına vardığında o altı tane koyun orada duruyordu. Tam yanlarına varmıştı ki koyunlar ani bir korku ile kaçtılar. O tehlikeli dağın zemheri doruğu olan arka yüzüne geçtiler. Bahtiyar ise peşine düşmüştü. Artık ister istemez ağlamaya başlamıştı. Çünkü bu dağların korkulu yüzünü biliyordu. Koyunların peşinden dağın arka yüzüne geçti. Zaten o sarp kayalıklı dağın arka yüzüne küçük bir patika yoldan geçilebiliyordu. Bahtiyar dağın arka yüzünden koyunları gördü onların önünü kesip geri çevirdi. Tam geleceği sırada dağın yamacında kurt ulumaları duyulmaya başladı. Bahtiyar’ın dizleri tutulmaya başladı. Şaşırmıştı ne yapacağını bilmiyordu. Kendisi altı koyun ve bir de o zağar köpeği vardı. Zaten köpek o korkuların habercisi olarak onlara her şeyi önceden haber verircesine sürünün etrafından gidip geliyordu. Çünkü tehlikenin kokusunu almıştı. Bahtiyar hızlı hızlı koyunları kovalarken kurt sesleri de git gide yaklaşıyordu. Öyle bir yere gelmişti ki aşağısı büyük bir uçurum, insan düşerse havada param parça olup yeni aşağı düşer. Yani böyle yüksek bir uçurum vardı. Zorlukla taşlara tutuna tutuna geçiyordu. Tam o sırada kurtlar onun ve koyunların etrafını sardı. Koyunlar korkudan kaçarken hepsi bir bir uçurumdan aşağı düşüyordu. Yalnız Bahtiyar ve zağar köpeği kalmışlardı. Kurtlar bunların etrafında yay çizip dönüyorlardı ve aynı zamanda git gide yaklaşıyorlardı. O zağar, o çelimsiz köpek bir aslan kesilmişçesine sahibinin etrafında dört dönüyordu. Yani Bahtiyar’ı kurtlara karşı korumaya çalışıyordu. Bahtiyar’ın arkasından saldırmak isteyen kurda, zağar köpek hemen onun üzerine saldırı verdi. Köpek ve kurt birlikte uçurumdan aşağı düşü verdiler. O an zağar köpek aşağı düşerken sahibine öyle bir dertli bakıyordu ki, insanın içini yakıyordu. Artık Bahtiyar ve dört tane kurt kalmıştı. Bahtiyar geri dönüşü olmayan uzun bir yola girmişti. Aniden her gece rüyasında gördüğü yerin burası olduğunu fark etti. Hatta ve hatta rüyasında gördüğü kurtların bile aynı kurtlar olduğuna kanaat getiriyordu. Kurtlar onun etrafında fır dönüyordu. O ise elinde kavalı bağırıp çağırıyordu yardım istiyordu. Ama bu sarp kayalıklı dağların başında kim olur ki. Normalde gündüzleri bile kimse buralara gelemez. Yılanı, kartalı ve kurdu korkusundan dolayı. Hüngür hüngür ağlayan Bahtiyarı kurtlar paramparça ediyordu. Son nefesine kadar mücadele eden Bahtiyar kendini onlardan kurtaramamıştı. Tamda uçurumdan atlayacağı sırada taşa takılıp yere düşmüştü. İşte o düşüş onun son düşüşü olmuştu. Sadece kelime i şahadetti getirip, ondan sonra babasına elini uzatıyordu.’’işte geldim baba, hadi buradan gidelim.’’diye bildi. Ölüm anında bile annesi ve iki küçük kardeşini düşünmüştü. Her zaman cebinde taşıdığı iki tane güzel kolyeyi(Hasret ve Keziban'a almıştı.)ölmeden önce bir taşın üstüne bırakmıştı. Onlara bir şeyin olmasını istemiyordu. Bahtiyarın bir iki parça elbisesi kalmıştı. O sadece öleceği zaman son anda kelime i şahadetti getire bilmişti.
Bahtiyar’ın annesi ve kardeşleri çoktan köye ulaşmışlardı. Ama Bahtiyar’ın gecenin bu saatine kadar gelmemesi hepsinden büyük bir telaş uyandırmıştı. Sonrada hayvanların yalnız başına eve doğru gelmesi, bütün köylüleri harekete geçirmişti. Alaca karanlıkta bütün Zemheri köylüleri yollara düştüler. Dağlara doğru gidiyorlardı. Bahtiyar’ın annesi de onların içerisinde idi. o ise hep ağlıyordu. Anlamıştı ki kesin bir şeyler olmuştur. Asya da Bahtiyar’ın annesinin kollarına girmişti. O da hüngür hüngür ağlıyordu. Çünkü Bahtiyar’ın bugün kendisi ile helalleşmesinden korkmuştu. Anlamıştı. Onun başına bir şeyler gelecek diye. Keziban ve Hasret ise köyde kalmışlardı. Onlarda ağabeyleri gelmediği için ağlıyorlardı. Çünkü bütün köylüler Bahtiyar’ın ya bir dağda yuvarlandığına ya da kurtlar tarafından yenildiğine kanaat getiriyorlardı.
Köylüler hızlı bir şekilde o sarp kayalıklı dağlara doğru yol alıyorlardı. Hepsi’’Bahtiyar’’diye bağırıyordu.
Ahmet amca ise hepsinden ayrı bir yere doğru gidiyordu. Çünkü Bahtiyar’ın o tarafa doğru gidebileceğini düşünmüştü. Çobanlığının ilk gününde ister istemez hayvanları oraya gitmişti. Akşam Ahmet amcaya bu dağdan çok korktuğunu anlatmıştı.
Ahmet amca o patika yoldan geçerken kurt hırıltılarını gördü. Pompalı tüfekle bir el ateş etti. Kurtlar kaçtı. Hemen koşa koşa oraya vardı. Baktı ki ne görsün, birkaç kemik ve bir kaçta elbise parçası kalmıştı. Hemen ağlamaya başladı. Köylülere haber vermek için bir iki el havaya ateş açtı. Bütün köylüler koşarak oraya doğru geldiler. Baktıklarına inanamıyorlardı.
Herkes ağlıyordu.
Herkes dehşete düşmüştü.
Hele bir de kavalı vardı ki oda bir taşın yanında dik bir şekilde duruyordu.
Köylüler o parçaların üstüne bir iki ceket atıp getirmeye başladılar. Annesi gelip olanları duyunca hemen kriz geçirdi. Oğlunun öldüğüne inanmıyordu. Aynı zamanda annesi ile birlikte Asya da bayılmıştı. Köylüler onları ayıltmak için çalışıyorlardı. Belli bir zaman sonra annesi ve Asya Bahtiyar’ın öldüğüne gerçekten inanmak için o yeri görmek istediler. Zor bela annesini oraya götürdüler. Annesi Bahtiyar’ın kemiklerinin üzerindeki ceketleri kaldırdıktan sonra, oğlunun böyle bir vahşet sonucunda öldüğünü gördü. Daha sonra öyle bir bağırdı ki’’Bahtiyarım’’ neredeyse yer yerinde oynayacaktı ve kendini uçurumlardan aşağı bıraktı. Bütün köylüleri feryadı figanlar aldı. Ağıtlar öyle bir yükseliyordu ki; Ak saçlı ihtiyarlar, o günün mir beyleri, şamataları hepsi hüngür hüngür ağlıyordu. Bütün insanların üzerine büyük bir korku sisi çökmüştü. Köylülerden birçoğu bir bir bayılıyordu.
o vadide nice güller kanıyordu. Gül yüzlü olan Bahtiyarın ölümü vadideki gülleri kanatıyordu. Vücudunda dökülen kanlar, taşın yanındaki beyaz gülleri de kanatmıştı. Adeta güllerden kan damlıyordu. Vadi kıpkızıl bir renge bürünmüştü.
Hele bir Asya vardı ki; o saatlerce kendine gelemiyordu. Ve gelemeyecekti de.
Köylüler iki cenazeyi alıp köye doğru getiriyorlardı.
Keziban ve Hasret ise bu dünyada yalnız başlarına kalmışlardı. İkisi bir birine sarılıp hüngür hüngür ağlıyorlardı. Acı haber tez duyulur ya, duymuşlardı ki anneleri ve ağabeyleri ölmüş. Anlamışlardı artık bu dünyada yalnız kalacaklarını.
Asya’yı eve getirmişlerdi. Asya hiç susmuyordu. Gidip o iki cici kıza sarılmıştı. Ve hüngür hüngür ağlıyordu.
Köylüler bu iki cenazeyi kaldırdığında o köy mahşer yerine dönmüştü. Sanki o an orası o köy değil de mahşer alanı olmuştu. Hasan ağa, Ahmet amca, Ayşe teyze hepsi bu şokun etkisinde ve ayrılık gözyaşları akıtıyorlardı. O köy birkaç gün içerisinde iki büyük ölüm olayı ile çalkalanmıştı. Artık Azrail o köyün içerisinde dolaşmakta herkes kendi sırasını beklemekteydi. Kadınlar bu olayı gördükten sonra çocuklarına sarılıp onlara büyük bir değer vermenin gerektiğini anlamışlardı.
Köyde herkes o iki kız çocuğuna ne olacak, onlar nasıl ve ne şekilde yaşayacak derken;
Hasan ağa bu iki kızı kendi nüfusu üzerine geçirmek için savcılığa başvurmuştu bile. Artık Hasan ağa ve hanımı Ayşe bunlara anne ve babalık yapacaklardı.
Asya’da buralarda kalmanın artık mümkün olmadığını düşündüğü için, Keziban ve Hasreti kendisi ile birlikte İstanbul’a
Götürmeye karar vermişti. Arabada Hüngür hüngür ağlıyordu. Hele keziban ve hasret artık annesiz ve abisiz kaldıklarını düşünmeleri, onlar için ölümlerden beterdi.
Asya onlara kol kanat gerip onları okutma sözü vermişti.
İlerde dediğini de doğrulayacaktı.
İkisi de okuyup birer öğretmen olup kendi köylerine dönüp orada eğitim vermekteydiler. Asya ise ondan sonra hiç evlenmedi bunlar öğretmen oldukları senelerden iki üç sene sonra bir kaza da öldü.
Son
Hasan amcanın gösterdiği hikâye kitabı böylece sona ermişti. Üç genç(Ahmet, Mehmet ve Ali )bu hikâyeden o kadar etkilenmişlerdi ki okuduklarında ağlamamanın imkânsız olduğunu naçar anlamışlardı.
Hasan amcanın hikâyenin geçtiği yerin ise bu köy olduğunu söylemesi bu arkadaşlardan büyük bir şok etkisi yarattı. Bahtiyarın çobanlığını yaptığı kişi ise Hasan amca(yani Hasan ağa)idi. o hala da yaşıyordu. Bu acılı hayatları anılaştırmıştı. Olayın olduğu yer ise bunların tavşan kovaladığı sarp kayalıkların olduğu yer olması işi biraz daha farklılaştırıyordu.
Üç arkadaşın av yaptıkları dağlar ise Bahtiyarın kurtlar tarafından yenildiği dağlar olması ise işin bir başka ilginç yanıydı. Elemanlar müthiş bir gece geçirdikten sonra diğer gün, o dağları Bahtiyarın öldüğü yerleri gezdikten sonra geldikleri ocağa dönüyorlardı. O korkunç vadiyi görmeleri onların üzerinde korku dolu bir hayat tecrübesi yaşamalarını sağlamıştı.
Hasan amca ise biraz yalnızlık yaşadıktan sonra o da dönecekti şehre.
|